20 Mart 2019 Çarşamba

"ÇANAKKALE BİR ANZAK EYALETİ OLAMAZ!.." Prof. Dr. ANIL ÇEÇEN "Devlet, Millet, Hükümet, Sivil Toplum Kuruluşları ve Yerel Halk bu menfur projeye DUR demek zorunda ve durumundadır" (Ankara, 20 Mart 2019-ANKARA KALESİ, No: 24)

ANKARA KALESİ NO: 24
ÇANAKKALE BİR ANZAK EYALETİ OLAMAZ!..
Prof. Dr. ANIL ÇEÇEN

Ankara, 20 Mart 2019 Çanakkale Vilayeti Türkiye’nin en güzel illerinden birisidir.
Son derece önemli bir jeopolitik konuma sahip olmasına rağmen Türk toplumunun günlük yaşamında biraz kenarda kalmış bir bölgedir. Belki de kenarda kalması istendiği için tren ve kara yolları kavşakların ötesinde bırakılmış, sanki deniz kenarında dışlanmış gibi bir durumu vardır. Türkiye haritasına bakıldığı zaman da, Çanakkale’nin biraz kenarda kalan bir yere sahip olduğu, bu hali ile de ülkenin günlük yaşamının dışında bırakıldığı görülmektedir. Bu sessiz ve sakin kent, Türkiye genelinde ele alınırsa günlük yaşımın dışında bırakılmasının arkasında başka nedenler bulunup bulunmadığı konusu tartışılabilir. Kenar bir kent olması ve çok önemli bir su yolu olan boğazlar üzerinde konumlanması düşünüldüğünde, güvenlik endişelerinin de Çanakkale üzerinde etkili olduğu anlaşılmaktadır. Tarihte yaşanmış olan Çanakkale savaşlarından, Türk devletinin önemli dersler çıkardığı söylenebilir. Belki de bu nedenle, kentin ana yol kavşaklarının dışında kalması ve demir yolu ulaşım sistemine dahil edilmemesi düşünülmüş olabilir.

Türkiye Cumhuriyetinin kenarda ve köşede kalmış bu en sessiz vilayeti, son yıllarda çok ciddi boyutlarda gösterişli ve gürültülü olaylara sahne olmakta. Her sene Mart ayından başlayarak Hazirana kadar üç ay süre ile bir çok turist grupları Çanakkale’ye gelerek günlerce kalmakta, devlet ve özel kuruluşlar aracılığı ile yapılan çeşitli organizasyonlarla Çanakkale savaşları bir kez daha gündeme getirilmektedir. Bir anlamda her yıl üç ay süren bu düzenlemelerle, kentin tarihte yaşayan boyutu öne çıkarılmakta sanki Çanakkale bugünün Türkiye’sinin bir kenti değilmiş ama Efes, Milet ya da Truva gibi bu bölgede eskiden kalmış bir tarihi yerleşim merkezi imiş gibi bambaşka bir durum yaratılmaktadır. İlk bakışta anlaşılamayan bu tür gelişmelerin her yıl düzenli olarak tekrar edilmesi, giderek artan bir boyutta daha geniş programlarla kamuoyu önüne getirilmesi karşısında zihinlerde bazı haklı sorular ve kuşkular gündeme gelmektedir. Neden her yıl binlerce insan yabancı ülkelerden gelerek Çanakkale’de düzenlenen büyük törenlere katılmakta ve bu katılım giderek genişlemektedir? Bu haklı sorunun gerçekci bir doğrultuda yanıtı verilemediği sürece, neler olup bittiğini kavrayabilmek giderek zorlaşmaktadır.
Çanakkale’de, Türk kamuoyunca pek de anlaşılamayan yeni bir durum vardır ve bunun ne anlama geldiği ciddi olarak açıklanmamaktadır.
Gerçeği öğrenmek için Çanakkale’ye gidildiğinde ve biraz kalınarak incelemeler yapıldığında neler olup bittiği hemen anlaşılabilmektedir. Her yıl düzenli olarak Çanakkale anma toplantılarına katılan yabancıların çoğunluğunun bu kentte toprak almağa başladıkları ve tıpkı İngilizlerin Didim’de, Fransızların Fethiye’de, Almanların Alanya’da yerleşmeğe başladıkları gibi, Çanakkale savaşlarında ölen eski Avustrulya ve Yeni Zellanda’lı askerlerin torunlarının da dedelerinin yatmakta olduğu bu topraklara yerleşerek, geleceğe dönük yeni bir yerleşim hazırlığı içinde oldukları meydana çıkmaktadır.

İngiliz emperyalizminin eski sömürgesi olan Avustralya ve Yeni Zellanda’dan toplanan askerlerin Çanakkale savaşlarına İngiliz ordusunun paralı askerleri olarak katılmalırı nedeniyle, epeyce bir Anzak askeri Çanakkale savaşları sırasında olmüş ve Gelibolu yarnımadasındaki mezarlığa gömülmüşlerdir. Her yıl düzenli olarak yapılan anma törenlerine bu askerlerin torunları katıldığı için, organizasyonlar daha da büyümekte ve düzenliliğin kurumsallaştığı bu aşamada bugünün torunları dedelerinin yattığı topraklarda gayrimenkul alarak bu bölgeye kalıcı olarak yerleşmenin yollarını aramaktadırlar. Bu nedenle artık Çanakkale’de yeni bir dönem başlamıştır. Çanakkale böylece bir Türk kenti olmaktan çıkmakta, bu kentte yaşayan Türk vatandaşları, Çanakkale’yi eski sömürge askerlerinin torunları ile paylaşmak durumunda bırakılmaktadırlar. İnsani yönden anlaşılabilecek duygusal tutumların artık geride kaldığı, geleceğe dönük ciddi bir yerleşim ve yeniden yapılanma planları doğrultusunda, Çanakkale’nin dıştan güdümlü ve ulusal olmayan yeni bir yapılanmaya doğru emperyalist bir yaklaşım çerçevesinde zorlandığı görülmektedir. Torunların duygusal yaktlaşımlarının emperyal merkezler tarafından kullanıldığı ve bu yabancı kişilerin, dedelerinin bu topraklarda olması gerekçesi ile çanakkale’ye kalıcı olarak yerleşmeleri hem teşvik edilmekte hem de parasal olarak dış merkezler tarafından desteklenmektedir. Bu, artık iyiniyetli torunların dedelerinin yanıbaşına yerleşmek arzusunun ötesine geçen planlı ve programlı yeni bir emperyal girişime dönüşmüştür .

Son yıllarda, küresel emperyalizmin zorlamaları ile Türkiye’de yabancılara toprak satışı fazlasıyla hızlanmıştır. Açıklanan resmi rakamlara göre Türkiye Cumhuriyeti topraklarının genel olarak yirmide biri yabancı ülke vatandaşlarına satılmıştır. Böylece, Birinci dünya savaşı sonrasında orduları ile işgal ederek alamadıkları dünyanın en değerli topraklarını yabancılar, özel satışlar yolu ile elde edebilmektedirler. Bir anlamda silahla alamadıklarını yabancı paralar üzerinden ele geçirmekteler ve yerleşerek Türkiye’nin ulusal ve üniter devlet yapısını bozarak Yeni Bizans Federasyonu oluşturabilmenin arayışlarına girebilmektedirler. Türk devletinin Lozan Antlaşması ile bütün dünyaca kabul edilmiş olan sınırlarının ve hukuki yapısının, emperyalist planlar doğrultusunda değiştirilmesi için çaba gösterilirken, Yeni Bizans Federasyonunun Anzak eyaleti de çanakkale vilayeti sınırları içerisinde kurulmaktadır.

İngiliz emperyalizminin uzantısı olan Avustralya ve Yeni Zellanda askerleri, Anzak adı altında Mısır’da toplanarak I915 yılında nasıl Çanakkale’ye saldırıya geçtilerse, yüzyıl sonra şimdi de torunları gene Londra’nın komutasında hareket ederek yeni bir saldırı ile Çanakkale’ye yönelmektedirler. Dedelerinin silahla savaşarak alamadıkları bu değerli toprakları, yüz yıl sonra torunları sterlin üzerinden kolayca ele geçirmektedirler.

Yabancılara toprak satışının serbest bırakılması ve hiç bir biçimde devlet tarafından kontrol edilmemesi de, yabancıların emperyalist amaçlarla Türk topraklarına yerleşmelerini kolaylaştırmaktadır. Anzakların torunları da, İngiltere’nin öncülüğünde bu durumdan yararlanarak, Çanakkale toprakları üzerinde yeni bir Anzak eyaletini, geleceğin Yeni Bizans Federasyonunu oluşturma doğrultusunda Londra’nın sermaye desteği ile kurmaktadırlar. İngilizlerle beraber Fransızların ve Almanların da aynı doğrultuda Türkiye’nin batı sahillerine yerleşmeleri, Anzak eyaletinin bu topraklarda oluşturulması girişimlerini kolaylaştırmakta ve dolaylı bir dış destek sağlamaktadır.

Çanakkale’nin tam ortasında bulunan aynalı çarşı önemli bir halk türküsüne konu olmuştur. Türk gencinin düşmana karşı çıkışının ve milli mücadele için direnişinin öyküsü, Çanakkale içinde vurulmakla dile getirilmiştir. Üçyüz bin gencini boğazların savunulmasında yitiren bir ulusun, bu kadar kolay topraklarını yabancılara satması ve yeniden Türk gençlerinin Çanakkale içinde bu kez manevi olarak vurulmaları toprak sahibi yabancıların bu kente sahip çıkmalarıyla gündeme gelmektedir. Yüz yıl önce emperyalizmin silahlı birliklerine karşı verilmiş olan bir kurtuluş savaşının bir benzerinin, bu kez dolar ve sterlin üzerinden bu kutsal toprakları ele geçirmek isteyen Atlantik emperyalizminin yavrusu olan. Anzaklara karşı verilmesi gerekmektedir.

Avustralya ve Yeni Zellanda gibi dünyanın öbür ucundaki ülkelerden gelerek, merkezi coğrafyaya yerleşmek üzere harekete geçen yeni Anzak hareketinin, Çanakkale boğazının kenarlarında geleceğin Anzak yapılanmasını oluşturabilmek üzere her yıl daha planlı ve programlı bir tutum sergilediği görülmektedir. Türkiye’nin Ege ve Akdeniz sahillerinde Avrupa ülkelerinin tarihteki eski Yunan kolonileri gibi yerleşim merkezleri oluşturmağa çalıştığı bu aşamada benzeri bir gelişme Anzaklar aracılığı ile Çanakkale boğazının kenarlarına da taşınmaktadır. Boğazın en güzel yerleri, kentin deniz kenharındaki en değerli yerleşim merkezleri zaman içerisinde yavaş yavaş Anzakların eline geçmekte ve böylece dedelerinin başlayıp da bitiremediği işi torunları para gücü ile tamamlamağa çalışmaktadırlar. İngiltere’nin emperyalist planları ve oyunları doğrultusunda, Çanakkale boğazının iki yakasına yerleşmekte olan Anzakların, geleceğin dünyasında ayrı bir topluluk olarak tarihsel olayın yaşandığı toprakları hareket noktası olarak belirlediklmeri görülmektedir. Çanakkale savaşlarının Avustralya ve Yeni Zellanda’da uluslaşmanın başlangıcı olarak kabul edilmesi nedeniyle, ikinci ve üçüncü torun kuşakları kendi kimliklerini dedelerinin öldüğü topraklarda aramaktalar ve İngiliz emperyalizminin dolduruşuna gelerek Çanakkale kıyılarına yerleşmeyi tercih etmektedirler. Onların gelecek planlarının Çanakkale’ye yöneldiği bu aşamada Türklerin bu kent üzerinde etkileri giderek zayıflamağa başlamıştır. Çanakkale de artık son seçimlerin gösterdiği gibi, sahillerdeki yabancı yerleşiminin, sahil kentlerini merkezden uzaklaştırdığı yeni bir aşamaya gelindiğini göstermektedir .

Türkiye açısından son derece kritik ve stratejik bir bölgede yer alan Çanakkale kentinin giderek Türklükten ve Türkiye’den uzaklaşmasını seyreden Türk kamuoyunun, bu kentin her yıl düzenli olarak yapılan anma gösteri ve düzenlemeleriyle giderek Anzaklaştırıldığını artık görmesi gerekmektedir.

Sahillerin yabancıların eline geçmesi furyası içerisinde Çanakkale kenti topraklarının da Anzakların bugünkü torunlarına hediye edilmesinin sağlanmağa çalışıldığı anlaşılmaktadır. Anzaklar sadece kente gelerek toprak ya da ev almamakta, bu kente yatırım yaparak, Çanakkale de ki işletmeleri ve fabrikaları da ele geçirebilmenin planlı bir uygulamasını devreye sokmağa çalışmaktadırlar. Toprak alımları topluca yapılmakta, dışarıdan para İngiliz bankaları aracılığı ile gelmekte ve böylece, Türklerle Anzakların karışmasına meydan vermeden, il sınırları içerisinde Anzak yerleşim bölgeleri yaratılmağa çalışılmaktadır.

Alanya ve Didim’deki gelişmelere paralel biçimde, sahil bölgelerinde yabancı yerleşim bölgeleri Türklerden ayrı olarak düşünülmektedir. Hedeflenen amaç, Didim, Fethiye ve Alanya benzeri bir sahil yerleşim yapılanmasını Anzak torunları vasıtasıyla çanakkale bölgesine taşımaktadır. Böylece, bu boğaz kentinin Türk ve müslüman yapılanmasına karşı geleceğe dönük bir yabancı ve gayrimüslim yapılanma her yıl genişletilerek sürdürülmek istenmektedir. Bir anlamda bir Türk kenti olan Çanakkale’nin yeniden eski Bizans döneminde olduğu gibi Dardanel’e dönüştürülmesi sözkonusudur. Eskiden bu bölgenin hırıstıyan dönemindeki adı şimdilerde bir balık konservesinin marka adı olarak kllanılmaktadır. Bugün için Türkler açısından bir konserve markası olan eski ismin yeniden canlandırılması, Anzak eyaleti oluşumu ile gündeme getirilebilmektedir. Eski bir Yunan kolonisi, bugünün koşullarında İngiliz emperyalizminin girişimleri ve Anzak torunlarının katılımı ile yeni bir plan olarak devreye sokulabilmektedir.

Yirminci yüzyılın sonlarında, Avustralya kıtasının yirmibirinci yüzyılın Amerikası olacağı ve bu doğrultuda Atlas okyanusunun yerini Büyük Okyanus’un alacağı söylenirdi. Ne var ki, gelişmeler bunun tamamen tersi bir doğrultuda gündeme gelmiş, dünya hegemonyasındaki çekişme İsrail yüzünden merkezi coğrafyaya kaymıştır. Bu durumda Avustralya ve Yeni Zellanda dünyanın gerisinde kalmışlardır. Yeni Amerika olma hedefi geride kalınca ve dünya kavgası merkezi coğrafyaya yönelince, bunun üzerine eski dünya devletinin kurucusu İngiltere’de tıpkı siyonist yahudiler gibi merkezi coğrafya hegemonyasına kalkışmıştır.

İngilizler bu doğrultuda didim gibi sahil kentlerini ele geçirirken, Türkiye’nin diğer bölgelerine, Kuzey Kıbrıs’a, Karadeniz’de Bulgaristan kıyılarına, Ukrayna’nın sahil şeridine, Tuna ırmağının kenarlarına, İstanbul civarına önem vererek buralara yerleşmeğe başlamışlardır. Böylesine bir merkezi coğrafyada Anglosakson hegemonyası oluşturulurken, Çanakkale kenti ve bölgesi önem kazanmış ve bunun üzerine İnglizler de Anzakların torunlarını örgütleyerek Çanakkale boğazının iki yakasına onlar aracılığı ile yerleşmeğe başlamışlardır. Günümüzün Anzak eyaleti projesi böylesine bir gelişim sürecinin sonucunda ortaya çıkmıştır.

Benzeri bir biçimde, Türkiye’nin çeşitli bölgelerinde geleceğin yeni eyaletleri, gayrimüslim nüfus yoğunluğu artırılarak ve misyonerlik çalışmaları güçlendirilerek yeni Bizansa doğru oluşturulmağa çalışılmaktadır. Türkiye’nin Trakya, Ege, Marmara, Akdeniz ve Gneydoğu ile doğu bölgelerinde benzeri eyaletler oluşturma çabalarının dış desteklerle emperyal planlar doğrultusunda giderek arttığı bu aşamada Türk ulusunun son derece dikkatle davranması ve Türk devletinin de gereken önlemleri alması gerekmektedir.

Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olan Türkler, dünyanın merkezi coğrafyasında ve en değerli topraklar üzerinde yaşadıklarını her zaman için hatırlayarak hareket etmek ve yeni ortaya çıkan gelişmeleri böylesine bir bilinçle izlemek durumundadırlar. Aksi takdirde dünyanın zenginleri, yeryüzünün en değerli topraklarını yani Türkiye’nin ülkesini ele geçirebilmek için her yolu deneyeceklerdir.

Türkler ikinci bir ulusal kurtuluş savaşı vermemek için, Çanakkale boğazının kenarlarında başlamış olan Anzak eyaleti oluşturma planlarının önünü kesmek zorunda ve durumundadırlar. Unutulmamalıdır ki, üçyüz bin Türk askerinin şehit olmasıyla Çanakkalenin geçilemiyeceği bütün dünyaya gösterilmiştir. Bugünün yöneticileri de, Çanakkale’nin geçilemiyeceği gibi, satılamıyacağını da artık görmek ve yeni Anzak eyaleti oluşturmak planlarını durdurmak zorundadırlar.

Gelibolu şehitliğinde yatan şehitlerimizin anıları önünde saygı ile eğilirken; Çanakkale’nin bir Türk kenti olarak kalması güvence altına alınmalıdır derim.

28 Şubat 2019 Perşembe

TÜRKİYE CUMHURİYETİ ANAYASASININ TEMEL NORMU "Prof. Dr. ANIL ÇEÇEN" ANKARA KALESİ NO: 52 (Ankara, 09 Nisan 2010) - Dünyanın merkez ülkesi Türkiye Cumhuriyeti gene bir anayasa değişikliği dönemine doğru sürüklenmektedir . Dünya ana karasının tam ortasındayer aldığı için küresel alanda meydana gelen bütün değişikliklerin en önce etkillediği bir ülke olarak Türkiye Cumhuriyeti sürekli olmarak dış konjonktürde ortaya çıkan yeni durumlara göre yön değiştirmiş ya da bu doğrultuda yeni süreçlere itilmiştir .

ANKARA KALESİ NO: 52
"TÜRKİYE CUMHURİYETİ ANAYASASININ TEMEL NORMU"   
Prof. Dr. ANIL ÇEÇEN
Ankara, 09 Nisan 2010

Dünyanın merkez ülkesi Türkiye Cumhuriyeti gene bir anayasa değişikliği dönemine doğru sürüklenmektedir . Dünya ana karasının tam ortasındayer aldığı için küresel alanda meydana gelen bütün değişikliklerin en önce etkillediği bir ülke olarak Türkiye Cumhuriyeti sürekli olmarak dış konjonktürde ortaya çıkan yeni durumlara göre yön değiştirmiş ya da bu doğrultuda yeni süreçlere itilmiştir . Bugün debenzeri bir durum geçmiştekileri n benzeri bir doğrultuda ortaya çıkmaktadır . Son yirmi yılda onsekiz kez değiştirilen Türk anayasası bir kez daha değiştirilmek istenmekte , zaten yarısından fazla maddesi değiştirilmiş olan Türkiye Cumhuriyeti anayasası , bu kez otuz maddelik bir öneri neredeyse beşte bir oranında yeni bir yapılanmaya doğru yönlendirilmek istenmektedir .Otuz maddesi değiştrilecek bir anayasadan artık eski anayasa olarak sözetmek mümkün olmayacaktır . Zaten onsekiz değişiklik yasası ile yarısından fazlası değiştirilen bu anayasadan , ara rejim anayasası ya da askeri dönem anayasası olarak ssözetmek mümkün olamıyacaktır . Türkiye dünyada en fazla anayasa değişikliği yapılan ülkelerden birisi olmasına rağmen , gene de Türk devletini zorla belirli plan ve projeler doğrultusunda dönüştürmek isteyen çevreler ,ya da siyasal ya da ekonomik merkezler açısından Atatürk’ün anayasal devlet modelini ortadan kaldırana kadar ,ya da bütün resmi binalardan T.C tabelalarını indirene kadar sonsuz bir değişiklik tutkusu dışarıdan gelen rüzgarlar doğrultusunda öne çıkarılmağa devam edil.mek istenmektedir . Bu nedenle ,anayasa değişikliklerini yalnızca bir yasa olarak görmemek ama arkasında yatan gerçek nedenleri araştırmak ve üzerinde hukuk ile siyaset bilimlerinin getirdiği birikimler doğrultusunda düşünmek gerekmektedir .

Soğuk savaşın sona ermesinden sonra ortaya çıkan Avrupa Birliği sürecinde Türkiye’ye tam on uyum paketi dıştan zorlamalarla kabül ettirilmiştir . Bu doğrultuda ,yirmi yıllık bir dönemde tam onsekiz anayasa değişikliği Türk parlamentosundan geçmiştir. Türk ulusu kendisinin tam üye olmadığı ve gelecekte de olamıyacağı bir bölgesel birlik ya da kıta devletinin karar ve kriterleri doğrultusunda anayasa değişikliklerine zorlanmıştır .Her devlet kendi gereksinmeleri doğrultusunda , değişen dünya ve ülke koşullarına uyum sağlayabilmek için anayasa değişikliklerine giderken ,Türkiye Cumhuriyeti bu durumun tamamen aksi bir doğrultuda harekete zorlanarak dışında olduğu bir siyasal oluşum için ve onun doğrultusunda dönüşüme zorlanmıştır .Böylesine bir çelişkili durum nedeniyle , her anayasa değişikliği Türk devletinin geçmişten gelen geleneksel yapısını bozmuş ve zaman içerisinde tasfiyesine giden yolu açmıştır .Sadece Avrupa Birliği için yapılan anayasa değişiklikleri ile Türkiye daha çağdaş ve gelişmiş bir devlet yapısına kavuşmayı umarken , giderek Avrupa’nın dışında kalındığı için devlet gücünün ciddi oranlarda kaybedildiği anlaşılmış ve bu nedenle de kamusal alanda önemli ölçüde bir devlet boşluğu ortaya çıkmıştır . Nüfus son derece hızla artarken , ekonomik yapı gene aynı hızla gelişirken , Türkiye çeşitli alanlarda büyürken anayasa değişiklikleri ve bu doğrultuda çıkartılanyeni yasalarla devletin giderek küçültüldüğü görülmüş ve böylesine bir çelişkili duruma Türkiye’yi sürükleyen dış güçler ülke üzerinde etki ve hegemonyalarını artırırken ,Türk devleti Türkiye’yi yönetemez bir duruma sürüklenmiştir . Kendi ekonomisini yönetemez bir devlet konumuna gelen Türk devletinin sözü dinlenilmez olmuş ve ülke yolgeçen hanına dönüşürken , dış güçler ve tekelci şirketler ülkenin her bölgesine el koyarak kendi küresel çıkarları için Türklerin anavatanı üzerinde her türlü girişimde bulunma hakkını zorla elde etmişlerdir . Medya üzerinden uyutma senaryolarıyla Türk halkı derin bir uykuya doğru yönlendirilirken , uyanık emperyal güçler ve onların yerli işbirlikçileri ülkede dışa bağımlı bir manda düzenini eylemsel olarak gerçekleştirmişlerdir . Savaş koşullarında kurulmuş olan meclisten çıkan yasalarla ortaya çıkan Türkiye Cumhuriyeti bu kez gene parlamentodan çıkan yasalar ve anayasa değişikleri yolu ile tasfiyeye doğru yönlendirilmiştir .Giderek gelişen toplumsal potansiyele rağmen , Türk devletinin istediği atılımları yapamaması ve daha çok dışa bağımlı hale gelmesiyle ,emperyal plan ve senaryoların uygulama alanı ya da laboratuvarı olma noktasına doğru sürüklenmesi ile ,birinci dünya savaşından hemen sonra Türk ulusunun vermiş olduğu kurtuluş savaşı sonrasında ,kazanılmış olan bağımsızlık düzeni ve ulusal egemenlik rejiminin giderek ortadan kalktığı görülmektedir .Bu tür senaryolara alet olan siyasal kadrolar ya da yönetimlerin hiçbirisi bu gerçekleri dile getirmemişler ve kendilerini işbaşına getiren dış güçlerin istekleri doğrultusunda hareket ederken ,demokrasi ya da insan hakları gibi kutsal kavramları kullanarak Türk halkına nurlu ufuklar vaad etmeğe devam etmişlerdir .

Türkiye Cumhuriyeti devleti Türk ulusunun vermiş olduğu büyük bir mücadele sonucunda kurulduğu için ,devletin temelindeki kurucu irade Türk ulusunun gücünden kaynaklanmaktadır . Hal böyle olmasına rağmen hiç kimse Türk halkına sormadan ,bir referandum bile yapmadan Türk devletini Avrupa Birliğinin bekleme odasına bağlayarak , zamanla tasfiyesine giden yola zorlamış

lardır . Türkiye gibi bir bağımsız devleti yabancı ülkelerin oluşturduğu bir üst devlet oluşumuna bağlamak ,devletin temelinde yatan kurucu iradeye ters düyşmesine rağmen elli senedir hiç bir yönetim Türk ulusunun oyuna başvurarak bir ulusal karar çıkartılmasını düşünememiştir çünkü sürekli olarak batılı emperyal güç merkezlerinin güdümünde hareket eden batıcı yönetimlerin Türkiye’yi yönetmesine izin verilmiştir .İkinci dünya savaşı sonrasınmda demokrasiye geçilmesiyle beraber Türkiye Atatürk’ten gelen bağımsız yapısını yitirdiği için ,işbaşına gelenbütün yönetimler batılı merkezlerin güdümünde ve dümensuyunda giderek , devletin temelinde varolan kurucu iradenin çizgisinden uzaklaşmışlardır . Kurucu iradenin ortaya koymuş olduğu ilkeler ve devlet modelinden giderek uzaklaşan siyasal iktidarlar ,en sonunda Türk devletinin bütünüyle tarih sahnesinden silinmesi gibi bir çıkmazla ,Türk ulusunu karşı karşıya bırakmışlardır . Tarihsel bir aşamada dünya sahnesine çıkan Türk ulusu , bağımsız varlığını kurtuluş savaşı ile kanıtlıyarak geleceğe dönük bir bağımsızlık düzeni içerisinde sonsuza kadar varlığını sürdürmeyi hedeflemiştir .

Osmanlı İmparatorluğunun teslim olduğu aşamada devletin bitmesi üzerine batılı emperyal devletlerin hırıstıyan orduları Türkiye’yi işgal etmeğe başlamışlardır . Türk milleti o aşamada teslim olmayarak direnmişy ve bir ulusal kurtuluş savaşı verdikten sonra tam bağımsız bir siyasal düzene kavuşmuştur . Kurtuluşun önderi aynı zamanda kuruculuğun da başkanı olmuştur . Son Osmanlı Meclyisinde alınan Ulusal Ant kararı doğrultusunda imparatorluk sonrasında ulus devlet kuruluşuna yönelinmiş ve ikinci aşamada Samsun’a çıkıldıktan sonra işgal altındaki vatanın tehlikede olduğu belirtilerek milletin azim ve kararı ilye bu durumun önleneceği Amasya Genelgesi ile kamuoyuna açıklanmıştır . Daha sonraki aşamada ise , ülkenin herköşesinde yapılan toplantılmar ve kurulan derneklerin temsilcileri Sivas kentinde biraraya getirilerek , Türkiye Cumhuriyetinin kuruluş kongresi olarak ulusal düzeyde bir Sivas Kongresi toplanmıştır .Bu kongre kurucu bir toplantı olduğu için , buraya katılan Türk ulusunun temsilcileri , ulusal kurucu iradenin oluşumuna katkıda bulunmuşlardır ., Devletsizlik ortamında yeni bir devletin kuruluşunun başlangıcı olan Sivas Kongresi ,asli kurucu iktidarın Türk ulusu adına siyaset sahnesine çıkmasına yardımcı olmuştur . Anayasa hukuku açısından devletlerin kuruluşunda rol oynayan asli kurucu iktidar Türkiye açısından arandığı aşamada Sivas Kongresi tarihsel bir oluşum olarak bu aşamada devreye girmektedir . Kongre kararlarına bakıldığında , Ulusal Ant ve Amasya genelgesi ilkeleri doğrultusunda hareket edildiği ve bu iki tarihsel belgeye uygun düşen kararlar alındığı görülmektedir . Milli bir iradeyi ülkede egemen kılmak ve bu doğrultuda bir ulusal kurtuluş savaşı vermek , savaş sonrasında bir ulus devletini ulusal egemenlik düzeni olarak oluşturmak ,devletin kuruluşu için bir temsil heyeti seçmek ve bu heyet aracılığı ile yeni başkent Ankara’da Türk milli devletini kurmak ,Sivas Kongresinde Türk ulusunun tam yetkili temsilcilerinin aldıkları kararlardır . Daha sonraki aşamada seçilen heyetin başkanı olarak Mustafa Kemal Ankara’ya gelerek bu kentte yeni devleti ve başkenti kurarken , Sivas Kongresinde alınan kurucu kararlar doğrultusunda hareket etmiştir . Kongrede seçilen temsil heyeti, Türk ulusu adına asli kurucu iktidar olarak öne çıkmış ve bu heyetin başkanı olan Mustafa Kemal, devletin kuruluşunda hem meclis,hem devlet,hem hükümet hem de genel kurmay başkanı olarak kuvvetler birliği ilkesi doğrultusunda hareket ederek savaş içinde olunmasına rağmen kısa zamanda başarılı sonuç alınmasını sağlamıştır .

Devletin hukuk belgesi olan anayasayı Mustafa Kemal hemen meclis gündemine getirmemiş ,meclis içindeki grupların öne sürdükleri tasarıları incelemiş ve daha sonra da bölgedeki savaş sonrası oluşumun nereye gideceğine bakmıştır . Sivas Kongresi kararları ile yola çıkan Atatürk ve arkadaşları ,devletin kuruluşunda kesin bir kararlılığa varabilmek için Birinci Dünya savaşı sonrasında Osmanlı hinterlandında nasıl bir oluşumun ortaya çıkacağını yakından izlemişler ve Misakı Milli sınırları dışına çıkmadan bölgesel gelişmelere yakın durmuşlardır . Sivas Kongresinden tam bir yıl sonra I Eylül I920 tarihinde toplanmış olan Bakü Kurultayı bu açıdan , Türk devletinin kurucu iktidarının beklediği işareti vermiştir . Kuzeydeki büyük oluşum sonucunda ortaya çıkan Sovyetler Birliğinin öncülüğünde toplanan Bakü kurultayı’na bütün doğu halkları katılmış ve doğu sorununun nasıl çözüleceği konusunda düşüncelerini öne sürerek görüşlerini belirtmişlerdir ., Bu kurultaya son Osmanlı hükümeti adına Enver paşa ile beraber Ankara hükümeti adına da Mustafa Kemal’in temsilcisi İbrahim Tali bey katılmışlardır . Konre sonrasında Sovyetler Birliği Mustafa Kemal’i ve Ankara hükümetini muhatap olarak kabül edince ,İstanbul dönemi sona ermiş ve yeni Türk devleti, kurucu kadronun yönetiminde geleceğe dönük olarak yeni başkent Ankara’da bağımsızlık düzenini oluşturabilmiştir . Cephelerde savaşı kazanan Ankara hükümeti , yeni dönemin büyük gücü Sovyetler Birliği tarafından da resmen muhatap olarak kabül edilince , arkadan Fransa Ankara ile temas kurmuş ve bu aşamadan sonra da o zamanın dünya devleti olan Büyük Britanya İmparatorluğu Türk devletini resmenkabül ederek Lozan’da barış masasına oturmuştur . Sivas Kongresinin gündeme getirdiği iç dinamiklerin insiyatifini Bakü kurultayının getirdiği dış dinamikler tamamlayınca ,kurucu iktidar devletin kuruluşunun resmi belgesi olan yeni anayasa yapımına yönelmiştir .Böylece, savaş sonrasında doğu sorunun cereyan ettiği bölgenin gelecekteki haritası belirlenmiş ve Ankara hükümeti de buna göre yeni devletin anayasasının yapımına yönelmiştir . Mustafa Kemal bu oluşumu beklediği için yeni anayasa yapımında aceleci olmamış ve zamanını beklemesini bilmiştir .

Birinci meclisin gündemine ilk önce Halk zümresi grubu bir anayasa önerisi getirmiştir . Ne var ki , bu taslak daha çok Sovyet tipqi b.ir devlet oluşumunu öngördüğüa için Mustafa Kemal öneriye sıcak bakmamış ve Bakü Kurultayı gibi bir bölgesel oluşumun eski Osmanlı ülkesini nerelere götüreceğini yakından izlemiştir . Bu çerçevede , Bakü kurultayı Sivas Kongresinin tamamlayıcısı olmuştur . Yaz aylarında başka anayasa önerileri de meclis başkanlığına verilmiş ama devletin kurucu başkanından herhangi bir öneri gündeme gelmemiştir . Bakü Kurultayı sonrasında Mustafa Kemal kendi el yazısı ile hazırladığı Halkçılık Beyannamesini Türk devletinin ilk anayasa taslağı olarak Meclis gündemine getirmiştir . Halkçılık temeline dayanan bir ulus devletin kuruluşu için gerekli olan ana ilkeler , bu program ve ekinde yer almış Ankara’da merkezi devletin kuruluşu ile beraber yurt düzeyinde vilayetler üzerinden bir taşra örgütlenmesi yeni devletin hukuk düzeni için asli kurucu iktidar tarafından meclis gündemine sunulmuştur . Devletin ulusal egemenliğe dayanması , merkeze bağlı bir düzenli kurulması ile ülkeyi başkent merkezli olarak denetleyecek bir genel müfettişlik yapılanması , anayasa taslağında meclisin onayına sunulmuştur . Böylece Türkiye cumhuriyetinin asli kurucu iktidarının Sivas Kongresi kararlarına dayanan devlet kuruculuğu , Halkçılık Beyannamesi doğrultusunda kabül edilen I921 anayasası ile bçimlenerek tamamlanmıştır . Osman beyin kurduğu Osmanlı devletinin bitişinden sonra yaşanan devletsizlik dönemi , böylece Atatürk’ün Türk ulusunun tam yetkili temsilcisi olarak üstlendiği aslik kurucu iktidar misyonunun tamamlanmasıyla sona ermiştir . Bu çerçevede , Türkiye cumhuriyeti açısından asli kurucu iktidarlık misyonunun sahibi ,Sivas Kongresi delegeleri ve bu toplantıdan seçilen Temsil heyeti ve Birinci meclis üyesi olan milletvekilleridir . Bu unsurlardan oluşan asli kurucu iktidarın ortaya koylduğu ulusal,üniter ve Ankara merkezli Türk devletinin ana yapısını sonraki dönemlerde devletin başına geçmiş olan hiç bir siyasal iktidar değiştirememiştir çünkü hiçbirisi asli kurucu iktidar olma hakkına ya da şansına sahip olamamıştır .Anayasa hukukun ana konularından birisi olan kurucu iktidar açısından bakıldığında , ara dönemlerde gündeme gelen ve anayasa yapan kurucu ya da danışma meclisleri de aslikurucu iktidar olamamışlardır çünkü , Sivas Kongresi kararları ile Halkçılık beyannamesi ilkeleri doğrultusunda hareket ederek , devletin temelinde var olan ulusal,üniter ve merkezi yapıyı bozmayarak korumuşlardır . Bir anlamda ikinci derecede yer alan tali kurucu iktidarlar , devletin ilk ana kuruluşunu tamamlayan asli kurucu iktidarın yolundan giderek , devletin temel çatısını bozmadan korumuşlardır .

Asli kurucu iktidar olan Kemalist kadro ,bir anlamda Kemalist devlet ve cumhuriyet rejimi modelini geliştirerek oluşturmuştur . Bugün hala yoluna devam eden Ankara merkezli ulusal ve üniter devlet Kemalist asli kurucu iktidarın eseridir . Bu nedenle , Atatürk ilkeleri ve Kemalizm , Türk Anayasa hukukunun temel kaynaklarını oluşturmaktadır . Anayasa hukukunun önde gelen konularından birisi olan Anayasallık Bloku çerçevesinde konu ele alındığında , uluslararası hnukuk ile beraber , Türk devletinin ortaya çıkışını hazırlayan olaylar ve belgeler ve asli kurucu iktidar olarak Kemalist kadronun ortaya koymuş olduğu bütün siyasal birikim , Türk anayasa hukukunun kaynagı olarak öncelikli bir biçimde anayasal konuları ve sorunları etkilemektedir . Türkiye Cumhuriyeti devleti asli kurucu iktidarın ortaya koyduğu devlet modeli çerçevesinde yoluna devam ettiği sürece , Atatürk ilkeleri Anayasanın başlangıç kısmında yer alacak ve Atatürk devrimleri ile eserleri , gene yasal ve anayasal koruma altında sürdürülecektir . Anayasa hukukunun genel ilkeleri ve özellikle Anayasallık Bloku anlayışı bunun böyle olması gerektiğini açıkca ortaya koymaktadır . Devletin Kemalist modeli ile Atatürk ilke ve devrimleri ,Türk anayasa hukukunun temel kaynağıdır . Hem anayasa ilkeleri açısından pozitif hukuk korumasına sahiptirler , hem de Anayasallık Bloku çerçevesinde Türk anayasa hukukunun birer parçası olarak her zaman için dikkate alınmaları gerekmektedir . Uluslararası hukuk kadar hukukun genel ilkeleri ve siyasal bilimin verileri kadar da Atatürk ilke ve devrimleri , Türk anayasa hukuku ile ilgili sorunların ele alınışında ve çözüme kavuşturulmalarında temel dayanak noktalarıdır . Atatürk Cumhuriyeti devam ettiği sürece bu temel hareket noktalarını ya da kaynakları değiştirmeğe hiç bir tali kurucu iktidar ya da siyasal yönetimin değiştirme hakkı bulunmamaktadır . Bu çerçevede ,asli ve tali kurucu iktidarlar arasındaki farkınm iyice belirlenmesi ve anayasal cahilliğin önlenebilmesi için yeni kuşaklara anlatılması gerekmektedir .Anayasa hukukunu iyi bilen uzmanlar ve otoriteler bu konularda çok dikkatli konuşurlarken , bu konuları hiç bilmeyen siyasetçiler ya da iktisatçılar bol keseden atarak ahkam kesebilmektedirler . Bu yüzden Türk anayasa hukuku fazlasıyla zarar görmekte ve bir çok sorun değişik yönlere çekildiği için , içinden çıkılmaz bir duruma yaratılmaktadır . Türkiye’de yeni bir anayasa isteyen ,küreselci,liberal ,mandacı ve dinci çevrelerin anayasa hukukunun bu kısımlarını iyi bilmeleri gerekmektedir aksi takdirde yeni anayasa istekleri sürekli olarak sonuçsuz kalmağa mahkum olacaktır . Onların istediği türden yepyeni bir anayasa asli kurucu iktidar sorunu yüzünden hiç bir zaman sözkonusu olamıyacaktır . Ne var ki, ikinci derecede hareket edebilecek tali kurucu iktidarlar , asli kurucu iktidarın iradesine uygun olarak bazı değişiklikleri her zaman için gündeme getirebileceklerdir . Böylece yenilenecek Türk anayasası da ,zaman içerisinde ortaya çıkan gereksinimlerin karşılanması açısından kendisinden beklenen misyona uygun olarak Türk devletinin omurgası ya da çatısı olarak hizmet vermeğe devam edebilecektir .

Hukuk ve devlet sistemlerinin hem teorik hem de uygulamadan gelen pratik yönleri bulunmaktadır . Hukuk sistemleri uygulanan işlemlerin bir bütünü olarak aynı zamanda bir teorik temele ve çıkış noktasına da sahip bulunmaktadır . Hukuk teorisi açısından bakıldığında , Hans Kelsen tarafından konulmuş olan Normativist pozitivizm anlayışı devlet ve hukuk arasındaki bağlantıyı teorik olarak açıklamaktadır . Bu teoriye göre ,Viyana okulunun kurucusu Hans Kelsen hukuk için gerekli olan asli ve sürekli unsurları biraraya getirmeğe çalışmıştır . Hukukun saf bir düzeye gelebilmesi, için diğer alanlardan gelen çeşitli unsurlardan temizlenmesi gerekmektedir . Hukukun özünü norm olarak gören bu teoriye göre hukuk sistemi kurallardan meydana gelmektedir ve bu nedenle kuralların dışında kalan unsurların önemi ikinci derecede kalmaktadır . Hukuk bir normatif bilim olarak devlet ile ayşniyet taşır ve bütünselleşir . Birer hukuki varlık olan devlet yapıları bu doğrultuda kurallardan oluşmaktadır . Devletlerin hukuk düzenleri birer hiyerarşik normlar sistemidir . Hukuk uygulayan bütün kurumların ve devlet organlarının ortaya koyduğu kurallar , devlet çatısı altında bir normlar hiyerarşisi ve sistemi oluşturmaktadır ., Buna göre her norm daha üst düzeydeki normlara uygun olarak organlar ya da kurumlar tarafından konulmalıdır .Devletler birer hukuk düzeni olarak normlar hiyerarşisinden meydana gelmektedir.Bütün normlar birüst norma tabi olduğu için en üst düzeyde bir temel norm bulunmaktadır . Bu temel norm devletin içeriğini ve çekirdek yapısını ortaya koymaktadır . Özellikle hukuk devletlerinin kurallar bütünü olması nedeniyle , bütün normların bağlı olduğu en üst düzeydeki norm olarak temel normlar devletlerin özünü oluşturduğu gibi anayasaların da temelini meydana getirmektedir . Kelsen’in saf hukuk teorisine göre devlet ve hukuk aynıdır . Bu aynılık içerisinde her ikisinin de temelinde bir büyük norm bulunmaktadır ve bu norm diğer kuralları belirli bir hiyerarşik düzen içerisinde kendisine bağlı tutmaktadır . Hukuk normları piramidre benzer bir yapı içerisinde devletin çatısı altında yer almaktadırlar . Bütün hukuk sistemi ,piramidin en tepesinde bulunan en genel ve soyut büyük norma bağlı bulunmaktadır . Bu en tepede yer alan büyük norm aynı zamanda daha alt düzeyde normlar yaratma yetkisine sahip olan bir oluşum olarak yön göstermektedir . Normlar hiyerarşisinde en genel ve en soyut normdan en özel ve somut normlara doğru bir geçiş sözkonusudur . Temel norm hukuka dayanak noktası olurken aslında hukukdışı bir alandan gelmektedir . Daha çok toplum içerisinde meydana gelen sosyal ve siyasal oluşumların sonucunda ortaya çıkan temel norm , devletin kuruluş aşamasında bu örgütlenmenin en tepe noktası olarak hem özünü oluşturmakta , hem de hukuk sistemine kaynaklık ederek bütün diğer normlara yön gösterdmektedir . Devletlerin hukuki yapılarını belirleyen anayasalar da temel norm en tepedeki genel ilke olarak diğer anayasa maddelerine kaynaklık eder ve yön gösterir . En tepede yer alan temel norma , bütün devlet kurumları ve hukuk kuralları uygun olmak zorundadır . Temel norm devletin ve siyasal rejimin özü olarak kimliğini ve yapısını belirler .

Birer hukuk sistemi olan devletlerin temelinde yer alan büyük normları genel olarak asli kurucu iktidarlar belirlemektedirler . ABD’nin bir federasyon olması , İngiltere’nin bir hanedan devleti ya da krallık yapısına sahip bulunması ya da Türkiye Cumhuriyeti devletinin ulusal,üniter ve merkezi bir devlet olması ilkesi bu devletler açısından birer temel normdurlar . Washington ve arkadaşları ABD’yi bir federasyon olarak kurarlarken devletin karakterini temsil eden temel normu bir asli kurucu iktidar olarak belirliyşorlardı . Benzeri bir durumun , Atatürk ve arkadaşlarının Türkiye Cumhuriyetini kurma aşamasında asli kurucu iktidar olarak hareket ettikleri aşamada gündeme geldiği görülmektedir . Washington ve arkadaşlarının kurucu babalar olarak ortaya koydukları siyasal yapı ikiyüz yılı aşkın bir süredir asli kurucu iktidardan gelen bir miras olarak nasıl devam ediyorsa , Atatürk ve arkadaşlarının ortaya koydukları ulusal,üniter ve merkezi devlet modeli ile çağdaş cumhuriyet rejiminin aynı doğrultuda devam etmesi gerekmektedir . Obama ABD başkanı olarak kurucu babaların iradesine bağlı kalacaklarını açıklarken , Türk devletini yöneten güçlerinde benzeri bir doğrultuda ,Türkiye’nin kurucu babaları olan Atatürk ve arkadaşlarının kurucu iradelerine saygılı olmaları normal koşullarda beklenmektedir .O zaman her türlü anayasa değişikliği önerisinin Türk devletinin ulusal,üniter ve merkezi yapısına saygılı olması beklenmektedir . Yeryüzündeki bütün devletler kurucularının iradesiyle oluşan siyasal ve hukuki yapılarını normal koşullarda koruyarak varlıklarını sürdürmek ve geleceğe dönük olarak yaşamlarını güvence altına almak isterler . Bu açıdan ,bütün devletler kendi halklarına bir sonsuzluk güvencesi vermek durumundadırlar . Avrupa ülkelerinin bir çoğunun anayasa hukukunda , halkların geleceğe dönük yaşamlarını sürdürebilmeleri açısından devletler bir sonsuzluk güvencesi vermektedirler . Kendi halklarına sonsuzluk güvencesi vermek durumunda kalan devletler de , sahip oldukları siyasal ya da hukuki yapının özünü ve dayandığı temel normu koruyarak hareket etmek durumundadırlar . Her devlet kuruluşundan gelen siyasal yapı ile geleceğe dönük varlığını normal koşullarda sonsuza kadar sürdürmek ister . Ne var ki ortaya çıkan siyasal gelişmeler savaşlar ve işgaller bazı küçük ve zayıf devletlerin ortadan kalkmasına neden olurlar . Ya da emperyal güçler ellerine geçirdikleri olanakları kullanarak , zayıf ve küçük devletleri tasfiye ederek daha büyük bölgesel siyasal oluşumları gündeme getirebilirler . Devletler tarihsel süreç içerisinde belirli dönemeçlere geldiklerinde başka siyasal oluşumlyar ya da devlet projeleri doğrultusunda ortadan kalkmaya zorlanabilirlerler . Savaş ya da işgal gibi zor kullanma yöntemlerinin ötesinde bazı devletler içeriden çöküşe zorlanabilirler . O aşamada , devletin dayanağı olan temel normun anayasadan çıkartılmağa çalışıldığı ya da büyük güçlerin ,emperyal devletlerin işine gelen,çıkarlarına uyan , başka bir temel normun öne çıkarılarak varolan yapının dönüşüme zorlandığı görülmektedir .

Anayasa hukukunun en önde gelen konuları olan asli kurucu iktidar olgusu , anayasallık bloku ve saf hukuk teorisi açılarından Türkiye’nin bugün karşı karşıya kaldığı anayasa sorununa bakıldığında , Türkiye Cumhuriyetinin bugünkü siyasal ve hukuki yapısını oluşturan temel norm konumundaki Atatürk’ün devlet modelinin kaldırılmak istendiği görülmektedir . Asli kurucu iktidarın ne olduğunu bilmeyen siyasal iktidarlar, tali kurucu iktidar olarak kurucu önder Atatürk’ün kurduğu Türkiye Cumhuriyeti devlet modelinin dayandığı ilkeleri ve yapıyı tümüyle kaldırmak ya da değiştirmek isteyerek ciddi anlamda bir anayasal suç işlemektedirler . Anayasa hukukları kendisini ortaya çıkaran yapılara ve kuruculara öncelikle saygılı davranmayı ve bu iradeye uygun olarak davranmayı gerekli kılmaktadır . Bu doğrultuda Türkiye Cumhuriyeti devletinin ve anayasasının temel normu asli kurucu iktidarın başı olan Atatürk’ün devlet modeli, Atatürk ilke ve devrimleridir . Devletin temelinde varolan Kemalist öz , Türkiye cumhuriyeti devletinin temel normudur . Bu nedenle de , ikinci derecedeki tali kurucu iktidarlar ya da hükümetler tarafından onların siyasal çıkarları ya da planları doğrultusunda değiştirilemez . Hiç bir biçimde yapılan anayasa değişikliklerinde Türkiye cumhuriyleti devletinin temel normu olan Atatürk’ün devlet modeline dokunulamaz , Atatürk ilkeleri yoksayılamaz . Atatürk devrimlerini koruyanilkelere ters düyşerek bu devrimlerin zarar görmesine neden olunamaz . Türkiye Cumhuriyeti anayasasının başlangıç hükümleri ile beraber değişmez maddeleri de , temel normlar olarak korunmak durumundadırlar . Anayasa hukukuna ve anayasal blok anlayışına göre temel norm olarak değişmez maddelerde yer alan ulusal,üniter,merkezi,laik,demokratik,sosyal hukuk devleti modeli sonuna kadar korunmak zorunluluğu vardır . Anayasalar hler zaman için kısmi değişiklikler ile parlamentolarda belirli bir uzlaşma zemininde ele alınarak değiştirilebilirler . Ne var ki , bütünüyle yepyeni bir anayasayı asli kurucu iktidar insiyatifine karşı doğrultuda yapmak ya da anayasallık bloku çerçevesinde güvence altına alınan uluslararası hukuk ,hukukun genel ilkeleri ve Atatürk ilkelerine aykırı düşecek değişikliklere gitmek anayasa hukuku açısından mümkün değildir . Türk ulusu ve Türkiye Cumhuriyeti kendilerini tarih sahnesine çıkaran asli kurucu önder Atatürk’ün eserine ve mirasına sahip çıkarak sonsuzluğa kadar varlığını koruyabilecektir . Türk devletinin temel normu bu durumu zorunlu kılmakta ve bu doğrultuda Türk ulusu ile devletine emir vererek yön göstermektedir .

23 Şubat 2019 Cumartesi

İSRAİL’İN BEKASI TÜRKİYE’NİN FEDASI OLAMAZ "Prof. Dr. ANIL ÇEÇEN" (ANKARA KALESİ NO: 33 - Ankara, 23 Şubat 2019) - Türkiye Cumhuriyetinin kurucusu Atatürk, Birinci Dünya Savaşı sonrası ve İkinci Dünya Savaşı öncesindeki dönemde, İsrail’in Avustralya’da kurulması gerektiğini söylemiştir.


ANKARA KALESİ NO: 33
İSRAİL’İN BEKASI
TÜRKİYE’NİN FEDASI OLAMAZ!..
Prof. Dr. ANIL ÇEÇEN
Ankara, 23 Şubat 2019
Türkiye Cumhuriyetinin kurucusu Atatürk, Birinci Dünya Savaşı sonrası ve İkinci Dünya Savaşı öncesindeki dönemde, İsrail’in Avustralya’da kurulması gerektiğini söylemiştir. Çankaya köşkündeki akşam yemeklerinden birisinde , Atatürk bu düşüncesini dile getirirken , Siyonizmin kutsal toprakları ele geçirmeyi hedefleyen Büyük İsrail projesinin bir gün kendi kurduğu Türk devletini de tehdit edeceğini çok iyi biliyordu ,çünkü bir devlet kurucusu olarak ve askeri eğitimden gelen bir siyaset adamı kimliği ile , jeopolitik biliminin verilerinden çıkan sonuçları tarihsel gerçekleri birlikte karşılaştırarak bir bütünlük içerisinde değerlendirme şansına sahip bulunuyordu .Dünyanın merkezi bölgesindeki bir büyük imparatorluğun çöküşünden önemli dersler çıkaran ve yeni bir dönemde imparatorluk boşluğu alanında bir merkezi devlet kuran devlet aklının hem oluşturucusu hem de temsilcisi olarak , Siyonist proje ile kendi devlet projesinin bir gün karşı karşıya geleceğini çok iyi biliyordu . Bu nedenle , Birinci Dünya Savaşı sonrasında gündeme gelen Yahudi devleti kurma projesine karşı çıkıyor ve Türk devletinin kurucusu olan kendi çevresindeki kadroyu geleceğe dönük olarak uyarıyordu . Kurucusu olduğu ulus devletin sonsuza kadar varolabilmesi için bölgenin gelecekteki durumunu ele alıyor ve bu doğrultuda Siyonizmin Büyük İsrail projesini Türkiye için bir tehdit olarak ilan ediyordu .


Bir harp okulu mezunu olarak kurmay subay olan Atatürk, Çanakkale Savaşı gibi bir büyük askeri çatışmayı üst düzeyde yönettiği noktada dünya gerçeğini daha iyi kavrama şansını elde etmişti . Orta çağ sonrasında bütün dünyaya egemen olan Atlantik güçlerinin İngiltere ve Fransa işbirliği içerisinde merkezi coğrafyaya saldırdıkları aşamada, Atatürk Osmanlı ordularının en üst düzeydeki bir komutanı olarak artık batılı güçlerin merkezi coğrafyayı eskisi gibi rahat bırakmıyacaklarını ve gelecekte de bu alanları ele geçirebilmek için sürekli olarak saldırı durumunda olacaklarını çok iyi görebiliyordu . Bir imparatorluğun çöküş süreci içerisinde askeri eğitim alarak yetişen Atatürk , daha sonra yeni bir devlet kurarken , tarih,coğrafya,jepolititik ve uluslararası ilişkiler gibi çeşitli bilim dallarında önemli incelemeler yapmış ve ortaya çıkan hegemonya boşluğunun doldurulabilmesi için disiplinlerarası bir devlet kurucusu aklını oluşturarak belirli plan ve programlar çerçevesinde hareket etmiştir . Bu nedenle , Türkiye Cumhuriyeti devletinin Osmanlı İmparatorluğu sonrasında merkezi alandaki devlet boşluğunu gidermek üzere oluşturulan bir ulusal proje olduğu açıkca görülmektedir . Osmanlı gücünün işbirlikçi ve mandacı kesimlerin ihaneti ile içeriden çökertilmesi yüzünden , İngiltere,Fransa,İtalya Yunanistan ve Rusya gibi batılı ve hırıstıyan ülkelerin orduları ile karşı karşıya kalınmış ve bunlara karşı elde edilen askeri zaferler sonrasında bir uluslararası antlaşma olan Lozan barışı sayesinmde Türk devleti bugünkü sınırları içerisinde bir ulusal egemenlik düzeni oluşturabilmiştir . Atatürk böylesine bir projeyi bitmiş olan Osmanlı devletinin genelkurmayı,istihbarat örgütleri ve son hükümetinin destekleriyle oluşturaürak Samsun’a doğru yola çıkmış ve uzun süren bir ulusal kurtuluş savaşından sonra hedefine ulaşarak , yeni bir yüzyılın başlarında Türk devletini dünyanın tam ortasında kurmuştur . Bir dünya savaşı sonrasında , bir de kurtuluş savaşı verilmesi , yeni devletin kurucu önder kadrosunda ciddi bir bilinçlenme yaratmış ve bu birikimin temsilcisi olarak da Atatürk işin başına geçmiştir . İşte böylesine bir bilinçle Türkiye Cumhuriyetini kuran Atatürk , Siyoniest projenin Büyük İsrail planını Türkiye için ciddi bir tehdit olarak gördüğünü ifade etmekten çekinmemiştir .

Atatürk’ün erken ölümü ve tam ikinci dünya savaşı öncesinde Türkiye’nin kurucu önderini yitirmesi bir çok kuşku ve dedikodulara neden olmuş , Atatürk’ün önce Çankaya köşküne hapsedildiği , daha sonra da hastalığının yanlış teşhis ve tedavi yöntemleriyle büyük bir komplo sonucunda , tam ikinci dünya savaşı öncesinde Türkiye’nin Atatürk’süz kalmasına dönük olarak kullanıldığı öne sürülmüştür. Atatürk’ün ölümünden hemen sonra ikinci cumhurbaşkanının devleti yöneten bağımsızlıkçı kadroyu bütünüyle değiştirmesi ,daha çok Atlantik güçlerine yakın duran kimseleri yeni yönetimde görevlendirmesi kuşku ve dedikoduların fazlasıyla artmasına yolaçmıştır .Bu aşamada , İsrail’in kurulmasına yolaçan İkinci Dünya Savaşı yaşanmış ve Atatürk sonrasında işbaşına gelen ikinci adam yönetiminde Türkiye eski bağımsızlıkçı çizgisinden uzaklaşarak zaman içerisinde Atlantikçi güçlerin etkisi altına girmiştir . Atatürk’ün yakın çalışma arkadaşlarının görevden uzaklaştırılmaları ve yurtdışına gönderilmeleri , bölgeye ABD’nin gelişi ve İsrail devletinin kuruluşu ile beraber birbirini izlemiştir . Savaş sonrasında Türkiye’nin demokrasiye geçişi ve sonraki askeri ve sivil dönemler birbirini izlemiş ve yirminci yüzyılın ikinci yarısında sürekli olarak Atlanhtik kıyılarında yetişmiş olan Atlantikçi siyasetçiler Türkiye’yi yönetmek durumunda kalmışlardır . Bu dönemde , Atlantik emperyalizmi ve bunu kullanan Siyonizm sürekli olarak Sovyet korkusunu ve komünizm öcüsünü kullanmış ve bundan yararlanarak Türkiye’yi kendi yetiştirdiği Truva atı konumundaki mandacı ve işbirlikçi politikacılar ile yönettirmiştir . Soğuk savaşın ikinci yarısında içine girilen bu durum daha sonra ortaya çıkan küreselleşme döneminde de artarak devam etmiş ve Türkiye’yi tam anlamıyla bir batı sömürgesi ülke konumuna düşürmüştür .Atatürk’ün ulusal kurtuluş savaşı sonrasında bilinçli bir biçimde başlatmış olduğu tam bağımsız dış politika yolundan ikinci adam yönetimi dönünce ,sonraki iktidarlar için Atlantikçi siyonist insiyatifin etkisi altına sürüklenmek kendiliğinden gündeme gelmiştir . Böyle olunca , hem ABD Türkiye’ye iyice yerleşmiş hem de ABD sırtından İsrail Türkiye’yi bir şemsiye olarak kullanmıştır .Bölgedeki büyük Arap ve İslam varlığına karşı İsrail bir küçük Yahudi devleti olarak kurulurken ,laik bir cağdaş cumhuriyet olan Türk devletinin bütün olanaklarını kendi çıkarları doğrultusunda kullanmıştır .

Amerika Birleşik Devletlerinin kuruluşu sırasında çok etkin bir rol alan Yahudi insiyatifi daha sonra , bir büyük dünya devi konumuna gelen bu devletin iç yönetiminde her zaman etkin olmuştur . Ortaçağ sonrasında Avrupalılar bütün dünyaya yayılırken , Britanya İmparatorluğu en büyük siyasal güç haline gelmiş ve ilk ve orta çağlarda Akdeniz kıyısında iş yapan Yahudi tüccarlar , İngiltere,Fransa,İspanya,Portekiz ,Belçika ve Hollanda gibi batı Avrupa ülkelerinin çatısı altında bütün dünya kıtalarına yayılarak uluslararası ticareti ele geçirmişlerdir . Okyanuslar ve denizler üzerinden zenginleşen Yahudiler daha sonra kutsal topraklar olarak ilan ettikleri ilk yerleşim bölgelerine dönme kararı alınca , Siyonizm bir siyasal proje olarak gündeme gelmiş ve merkezi dünya devleti olan Osmanlı İmparatorluğunun ortadan kalkmasına neden olan olaylar zincirinin başlamasını sağlamıştır . Dış Yahudiler Siyonizm ile kutsal topraklara gelip yerleşmek için uğraşırlarken, Osmanlının iç yahudileri de buna karşı kendi planları doğrultusunda hareket ederek imparatorluktan ulus devlete geçiş süreci içerisinde Kemalist hareketi desteklemişlerdir .Atatürk biraz da onlara dayanarak Siyonizmin tehlikelerini dile getirmeğe çalışmış ve bir büyük emperyal proje olan Büyük İsrail yapılanmasına açıkca karşı çıkmıştır . Bu durumun hassasiyetini hesap ederek ,cumhuriyetin ilanından sonra Kerkük ve Musul konularında fazla ısrarcı olmamıştır ama Siyonist lobiler çekindikleri için gene de O’nun ikinci dünya savaşı sırasında Türkiye’nin başında olmasına da izin vermemişlerdir .Bu aşamada Paris merkezli bir Siyonist komplonun Atatürk’ün erken hayattan ayrılması için düzenlendiği açıkca öne sürülmüştür . Birinci dünya savaşı sürecinde İngiltere aracılığı ile bölgeye gelen Siyonist kadrolar , ikinci dünya savaşı sonrasında ABD desteği ile ve yeni kurulan Birleşmiş Milletler örgütünün bu amaç doğrultusunda kullanılmasıyla hedefe ulaşarak küçük İsrail devletini kurma şansını elde etmişlerdir . Atatürk ,ikinci dünya savaşı sırasında Türkiye’nin başında bulunsaydı Kuzey Irak’ı alabilirdi . İngilizler bunu önleyebilmek için Şeyh Sait isyanını çıkartmışlar , Amerikalılar da daha sonraki aşamada bu bölgedeki etnik aşiretlerle yakından ilgilenerek , Büyük İsrail planı doğrultusunda yeni bir yapılanma yaratmağa çaba göstermişlerdir .Siyonistler ise Atatürk’ten kurtulmağa öncelik vermişlerdir . (Bu konuda Türkçe’de yayınlanan onlarca kitap kaynak olarak gösterilebilir ) .

Kemalizm ile Siyonizmin , merkezi coğrafyanın geleceği için çatışma içine girdiği bu aşamada , İngiltere,Amerika ve Fransa gibi Atlantik güçleri Siyonistlerin kontrolunda olmuşlar , Almanya ve Rusya gibi diğer büyük ülkeler ise bu yapılanmağa karşı çıkmağa çalışmışlardır . Osmanlı sonrası merkezi coğrafyada oluşturulacak büyük otorite yapılanmasında , İsrail Büyük İsrail planı için uğraşırken ,. Atatürk’te kendi elleriyle kurmuş olduğu orta boy Türk ulus devletini koruyabilmek üzere , bölgedeki komşu ülkelerle geleceğe dönük bir ittifakı oluşturmak için bu doğrultuda Sadabat Paktını tam İkinci Dünya savaşı öncesinde gündeme getirmiştir . Askeri ve jepolitik birikimi ile geleceği gören Mustafa Kemal ikinci dünya savaşının çıkacağını ve bu savaş sonrasında Orta Doğu haritasının değişeceğini önceden görebiliyordu . Bu nedenle , bölgeye dış güçlerin ya da emperyal devletlerin müdahale etmesini önlemek üzere ,Atatürk komşu ülkelerle bir merkezi devletler birliği oluşturabilmenin çabası içerisindeydi . Batı emperyalizmi okyanusları ve denizleri fethettikten dünyanın merkezi alanını da ele geçirmek için mücadele ederken , Atlantik ülkelerini bu doğrultuda kullanan Siyonist lobiler etkin olarak İsrail devletinin ikinci dünya savaşı sonrasında kurulmasını gerçekleştiriyorlardı .Böylece Atatürk’ün korktuğu gelişme gündeme gelerek , hemTürkiye Cumhuriyletini kendi çıkarları doğrultusunda kullanıyor hem de Türk devletini geleceğe dönük olarak tehdit ediyordu . Nil’den Fırat’a kadar ilan edilen kutsal topraklar arasında yer alan , Mısır,Ürdün,Filistin,Irak,Suriye ve Türkiye birinci derecede , İran ve Suudi Arabistan ise bölge ülkeleri olarak ikinci derecede Siyonizmin tehdit alanları içerisine giriyordu . Siyonizmin , Nazizim ve Komünizm gibi ideolojik yapılanmaları kullanarak kendine uygun bir konjonktür yaratabildiği bu aşamada , Birinci Dünya Savaşı sonrasında çizilmiş olan Orta Doğu haritaları geride kalıyordu . Küçük İsrail’in Birleşmiş Milletler kararı ile ilanından sonra artık eski Osmanlı hinterlandını ele geçirmeyi hedefleyen bir Büyük İsrail planı Siyonizmin tırmandırılması ile öne geçiyordu .

ABD’nin tüm olanaklarını kendi hegemonyası için kullanmaktan çekinmeyen Siyonizm , Türk Yahudileri içerisinden devşirdiği bazı mandacı kesimleri işbirlikçi bir Siyonist kol olarak kullanırken , yirminci yüzyılın ikinci yarısında Türk siyaseti , basını ve medyası ile hepten Siyonizme paralel bir yapılanmaya doğru sürükleniyordu . Dünya kapitalist sistemini yöneten Yahudi lobileri kısa zaman içerisinde Türkiye’de de kendileriyle ortak hareket edebilecek bir işbirlikçi siyonist yapılanmayı devreye sokuyorlardı . Bu aşamada Türkiye’nin zenginlikleri gayrimüslimlerin eline geçiyor ,Osmanlı döneminde olduğu gibi Ermeni,Rum ve Yahudi lobileri Türkiye ekonomisini ele geçirebilmek üzere birbirleriyle yarış içerisine giriyorlardı . Bu nedenle , Türk devleti doksanıncı yılına girerken , yarı sömürge konumuna düşürülüyordu . İsrail , ilk çağlardan gelen bu bölgedeki Yahudi yapılanmasını yerinde değerlendirerek , Orta Doğu ülkelerinde üstünlüğü ele geçirmede batılı ülkeleri geride bırakıyordu . İsrail’in ABD destekli politikaları ve Türkiye’deki işbirlikçi Siyonist lobilerin çalışmaları sayesinde küçük Yahudi devleti kısa zamanda Orta Doğu’nun en büyük siyasal gücü konumuna geliyordu . Soğuk savaşın son dönemlerinde İsrail her yönü ile Orta Doğu’daki gelişmeleri belirleyen en güçlü merkez konumuna geliyordu . İsrail güçlendikçe büyümenin yollarını arıyor ve kendine bağımlı kıldığı kadrolar aracılığı ile de istediklerini düşmanlarına kabül ettiriyordu .Önceden bütün yolların Roma’ya çıktığı gibi ,yeni dönemde de bütün yollar İsrail’e çıkıyordu . Her ülkede yaşayan Yahudilerin ırkçı bir sbiçimde ,uluslararası Siyonist lobilerin yönlendirmesiyle ortak hareket etmesi , küçük İsrail’den büyük İsrail’e geçiş sürecini hızlandırıyordu . Akla gelen ya da gelmeyen her yol Siyonizmin ana hedefi doğrultusunda devreye sokularak ,en kısa zamanda sonuç alınmağa çalışılıyordu .Siyonizm , Siyon tepesinin çevresinde bulunan bütün ülkeleri birinci derecede tehdit etmesine rağmen , gene Siyonist lobilerin başarılı çalışmaları sayesinde başta Türkiye olmak üzere bütün bölge ülkelerinde sanki böylesine bir durum yokmuş gibi bir pasif bir kamuoyu bilinçli ve planlı bir biçimde yaratılıyordu . Basın ve medya ile halk kitleleri uyutulurken , işbirlikçi gizli siyonist kadrolar aracılığı ile de Büyük İsrail projesinin gelişmeleri emin adımlar ile atılıyordu . Bütün Osmanlı bölgelerini kapsayan Siyonist plan bölge ülkelerine bir anlamda zorla dayatılıyordu . Türkiye komşuları ile beraber böylesine bir kıskacın içerisine hapsediliyordu .

Birinci dünya savaşı sonrasında İngiltere ve Fransa bölge haritasını çizerken , Orta Doğu’da bir Kürt devletine bilinçli olarak yer vermiyordu . Kürt kozunun daha sonraki aşamada bölge devletlerinin parçalanarak bölünmesi ve küçük eyalet devletlerinin oluşumu ile Büyük İsrail devleti olarak gündeme gelecek olan Orta Doğu Federasyonu gibi bir yapılanmanın temelleri atılıyordu . Fransa ,Filistin’deki Frank krallığına son veren Kürt asıllı Selahattin Eyübi’nin intikamını Kürt devletinin kuruluşunu önleyerek alırken , İngiltere’de Siyonist lobilerin baskılarıyla o aşamada Mezopotamya’da bir Kürt devleti kuruluna izin vermiyordu . Her iki Atlantik gücü Siyonizmin etkisi ile geleceğe dönük Büyük İsrail Devletinin oluşumu için bölge devletlerine karşı kullanılacak Kürt kartının önünü açık tutuyordu . Siyonist plan uluslararası konjonktüre uygun olarak aşamalı biçimde devreye sokulurken , Kürt kartı gelecekte küçük İsrail’in büyük bölge devletlerini parçalayabileceği bir silah ya da koz olarak saklanıyordu . Kürt aşiretleri dışarıdan para ve silah yardımlarıyla yaşadıkları devletlere karşı kışkırtılırken , Kürt kartı yeni bir Orta Doğu yaratılması doğrultusunda Siyonizm ve işbirlikçileri tarafından kullanılıyordu .Atatürk’ün son derece isabetle , Sadabat Paktı antlaşmasına koymuş olduğu sınır boylarındaki aşiretlerin dışarıdan kışkırtılarak devlet düzenlerini sarsma planları Siyonist bir çizgide İsrail merkezli olarak devreye sokuluyordu .Kurulduğu günden bu yana yarımyüzyılı aşan bir süre içerisinde İsrail Orta Doğu’ya sürekli savaş getirdiği için , Arap ülkeleriyle İsrail arasındaki çatışmalar hiç bir zaman bitmiyordu . Soğuk savaş döneminde ABD üzerinden Nato’yu ve Nato üzerinden Türkiye’yi kullanan İsrail, Siyonist plan doğrultusunda hedeflerine hızla ulaşıyordu .İsrail çevresindeki bütün ülkeleri iç karışıklıklara sürükleyecek bir çok siyasal senaryoyu kendine bağlı basın ve siyaset kadroları aracılığı ile devreye sokarken aynı zamanda , uluslararası konjonktürün gelmiş olduğu aşamadaki kozlarını da bölgeye bilinçli bir biçimde aktarıyordu .Birinci Dünya Savaşı sonrasında yapılan antlaşmalar ile bir barış bölgesine dönüşen Orta Doğu , İsrail’in kurulmasından sonraki aşamada sürekli bir savaş bölgesi olarak öne çıkıyordu .İki bin yıl önce Romalıların savaşı ile ortadan silinen Yahudi devleti yeniden kurulurken , bütün merkezi coğrafyayı sürekli bir savaş durumuna sürüklüyordu .

İsrail’in kuruluşundan sonra ,bölge ülkelerini ve dünya barışı tehdit eden yanlış ve olumsuz politikaları yavaş yavaş netlik kazanmağa başlayınca her taraftan gelen tepki ve eleştiriler artmıştır .Bu gibi eleştirilere karşı İsrail ve destekçileri sürekli olarak Yahudi devletinin varolması ile ilgili olarak bekaa sorunu savunmasını yapmışlardır . Siyonistler ve işbirlikçileri dünyanın merkezinde ve kutsal topraklar üzerinde bir Yahudi devletinin varolabilmesi için tam bir Makyavelizm içerisinde herşeyi bekaa sorununa bağlayarak kendilerini ve İsrail’i savunmuşlardır . Hedefe giden yolda herşeyi mübah gören bir faydacı ve fırsatçı anlayış ile dünya barışı açıkca tehdit altına sürüklenmiştir . Kutsal toprakların tamamını ele geçirme sürecinde önüne çıkan her ülke ya da topluma saldırmayı normal gören bir Makyavelist anlayış, bugün dünya barışını açıkca tehdit etmekte ve bütün insanlığı bir üçüncü dünya savaşına, ya da bir Armegeddon çatışması ile beraber büyük bir hesaplaşmaya doğru sürüklemektedir . İsrail kurulurken , yanıbaşındaki Lübnan ülkesindeki Bekaa vadisi bölgesel terör için merkez üssü olarak seçilmiş ve bu vadide yetiştirilen terör grupları başta Türkiye olmak üzere bütün Orta Doğu ülkelerini iç çatışma ve istikrarsızlığa sürüklemek üzere kullanılmıştır .İsrail kuruluşundan itibaren bir sürekli savaş ve terör devleti olarak dünyanın merkezindeki barış ortamını ortadan kaldırmıştır . Kendi varlığı ya da bekaası için Lübnan’ın Bekaa vadisinden örgütlenen terörü bütün bölge ülkelerine karşı kullanmaktan çekinmeyen İsrail ,yeni dönemde hem terörü hem de Kürt kartını Büyük İsrail projesi için kullanmağa devam etmektedir . Türkiye’ye son dönemde dayatılan çözüm planı da gene İsrail’e bağlı Siyonist lobilerin yeni bir girişimidir . Bir anlamda İsrail’in bekaası ya da var olabilmesi için , Türkiye feda edilmektedir .Yahudiler bölgedeki Arap ve Türk çoğunluğa karşı işbirlikçi konumuna getirdikleri Kürtleri kullanarak Türkiye Cumhuriyetini ulusal ve üniter bir devlet olmaktan çıkartmak ve Kürt kartı ile Irak’ta başlatmış oldukları federasyon süreci içerisine Türkiye’yi de çekmek istemektedirler . Bu aşamada Kürtler ve Yahudiler Araplar ile Türklere karşı açık bir işbirliği içine girmişlerdir . Türkiye’nin Arap ülkeleriyle yakınlaşarak kendisini korumasını önleyebilmek için de ABD ve Nato üzerinden batı baskısı uygulanmakta ve Avrupa Birliği süreci görünümünde Türkiye Cumhuriyetinin eyaletlere bölünerek Büyük İsrail planının bölgesel federasyonuna Anadolu topraklarının da dahil edilmesi gerçekleştirilmek istenmektedir .Son aşamada Türkiye’ye Kürt ve terör kozları kullanılarak dayatılan çözümpaketi aslında İsrail’in bekaası ile yakından ilgilidir . ABD desteği ile kurulmuş olan kukla Kürt devletinin yaşaması İsrail için hayati anlamda öneme sahiptir . ABD geri çekilirse , Araplar bir gecede kukla Kürt devletini ortadan kaldırırlar ve bundan sonra da sıra israil’in kaldırılmasına gelebilir . İsrail bu süreci önleyebilmek üzere , Kürtler üzerinden bir planı ABD baskısı ile Türkiye’ye dayatmakta ,karşılığında terörün önleneceği söylenmektedir . Tam anlamıyla bir aldatmaca olduğu belli olan bu plana karşı Türk kamuoyunun ve devletinin ilgili makamlarının son derece dikkatli olmaları gerekmektedir . Kendi bekaası için Lübnan’daki Bekaa vadisini bir terör merkezi olarak kullanmaktan çekinmeyen İsrail’in gelecekte , daha da büyük II Eylül benzeri terör olaylarını merkezi devletleri parçalamak ya da bölmek için kullanmıyacağı konusunda kimse garanti veremez . Türkiye Cumhuriyeti devleti , Osmanlı İmparatorluğunun ortadan kalmasına neden olan siyşasal gelişmeleri , Birinci ve İkinci Dünya savaşı sürecinde ortaya çıkan gelişmeleri iyi değerlendirerek bugün hareket etmek zorundadır . İsrail’in bekaası için dayatılan sahte çözüm planları Türkiye’nin feda edilmesine yol açmamalıdır . İsrail’in bekaası hiç bir zaman Türkiye’nin fedası anlamına gelmemelidir . Her devlet ve millet gibi Türk ulusu ve Türkiye Cumhuriyeti de kendisini korumasını bilmelidir.

12 Şubat 2019 Salı

YENİ BİR ERZURUM KONGRESİ TOPLANMALIDIR "Prof. Dr. ANIL ÇEÇEN" ANKARA KALESİ, NO: 95 - Güncelleme: 250 (Ankara, 11 Şubat 2019-Pazartesi)

YENİ BİR ERZURUM KONGRESİ TOPLANMALIDIR
Prof. Dr. ANIL ÇEÇEN
Ankara, 11 Şubat 2019
Ankara Kalesi No: 95
Güncelleme: 250

Türkiye son hızla genel seçimlere gidiyor . Üç ay sonra genel seçimlerin sonuçlarına göre ,önümüzdeki dönemde Türkiye’yi yönetecek siyasal iktidar belli olacaktır . Böylesine bir aşamada siyasal partiler seçmen önüne çıkmağa hazırlanmaktalar ve bu doğrultuda programlar ve planlar hazırlayarak ve her gün halkın önüne çıkarak ,seçim kazanmak üzere yeni manevralara hazırlandıkları göze çarpmaktadır . Halk kitlelerini yakından ilgilendiren hemen hemen her konuda başlıca partilerin yeni hazırlıklara girdikleri ve bu doğrultuda genel seçimler öncesinde yeni programları Türk kamuoyuna açıklayarak arkalarındaki halk desteğini artırabilmek üzere harekete geçtikleri anlaşılmaktadır . Siyasal partilerin başlıca hedefi olan iktidara gelmek ancak genel seçimler yolu ile mümkün olabildiğinden , böylesine bir geçitten geçebilmek üzere önde gelen büyük partilerin Türkiye’nin en önemli sorunlarına yeni çözümler üreterek gelecek dönemde Türkiye Cumhuriyetini yönetmeğe talip oldukları ,bu tür girişimlerinden açıkca ortaya çıkmaktadır . Bugüne kadar gündeme gelen bu tür girişimlerin önümüzdeki dönemde daha da artacağı ve seçmen kitlelerini oy verme aşamasında etkileyecek derecede tırmanacağını şimdiden söylemek mümkündür. Seçimlere doğru yeni gazetelerin ve dergilerin çıkması kamuoyundaki tartışmaları tırmandıracağı gibi ,partilerin seçim bildirgeleri ve programları da Türkiye’yi genel seçim atmosferine hazırlayacaktır .
İçinden geçilmekte olan değişim sürecinde Türkiye bir çok konuda zorlanmakta , değişimin dayattığı sorunlar ile geçmişten gelen geleneksel sorunlar bir araya gelerek ,zamanla içinden çıkılmaz bir sorunlar yumağını Türkiye’yi yönetmeğe talip olan partilerin ve siyasetçilerin önüne çıkmaktadır . Tek tek ele alındığında daha kolay çözüme kavuşturulabilecek bazı sorunların daha genel anlamda ve başka sorunlar ile beraber ele alınması ,ya da bütün boyutları ile masaya yatırılması gibi durumlarda gene içinden çıkılmaz durumlar ile karşılaşmak mümkün olabilmektedir . Bu nedenle hem siyasi partiler hem de siyaset kadroları ciddi boyutlarda zorlanmaktadırlar . Öyle ki , Türkiye Cumhuriyetinin doğrudan doğruya geleceğini etkileyecek derecedeki çok önemli ve yaşamsal sorunlara böylesine bir ortamda çözüm bulmakta Türk toplumu giderek gecikmekte ve bu nedenle de Türkiye’nin sorunları çözümsüz bir doğrultuda sürünüp gitmektedir . Zaman en acımasız hakem olarak bu durumu açıkca ortaya koymakta ne var ki , Türkiye gene de ana sorunlarına çözüm üretebilecek olgunluk aşamasına gelememektedir . Böylesine bir gecikmenin dış konjonktürden gelen nedenleri olduğu gibi ,içeriye yansıyan boyutları ve Türkiye’nin iç dinamiklerinin bir türlü olumlu bir çizgide kesin ve kalıcı çözümler için elverişli bir ortama gelememesi de etkili olmaktadır . Bu doğrultuda çözüme kavuşturulamayan sorunlar giderek karmaşık bir yapıya dönüşmekte ve içinden çıkılmaz bir duruma dönüştüğü aşamada ise ,bazı haklı ya da haksız tepkiler ile karşılaşarak iyice yokuşa gitmektedir .

Son zamanlarda bölücü hareketler ve terör sorunu üzerinden Türkiye’nin gündemindeki bir numaralı sorun olarak duran güneydoğu sorunu ,bir türlü çözüme kavuşamamakta , iyi niyetli çözüm girişimleri bir türlü sonuca ulaşamamakta ,bu arada kötü niyetli siyasal girişimler de engelleyici faktörler olarak devreye girdiği aşamada sorunu çözüme kavuşturmak hedefi iyice uzaklaşarak imkansızlık noktasına gelmektedir .Osmanlı imparatorluğunun yıkılmasıyla beraber gündeme gelen bu sorun zamanımızda iyice içinden çıkılamaz bir duruma gelmiş ve iyi niyetli girişimler giderek sonuçsuz kalınca ,bu kez de kötü niyetli girişimler bu sorunun Türkiye Cumhuriyetine ve komşu devletlere karşı kullanılması gibi bir yeni olumsuz gelişmenin öne çıkmasına neden olmuştur . Sorunu çözemeyen iç ve dış siyasal çevreler bu kez içine girilen çözümsüzlük aşamasında bu kez sorunu birbirlerine karşı çözümsüzlük doğrultusunda kullanmağa başlamışlar ,karşı tarafların çözümlerinin engellenebilmesi için görünüşte yeni adımlar atılmış ve bu adımların sorunu çözmeğe değil tamamen tersine çözümsüzlük istikametine doğru çektiği belirli bir zaman dilimi geçtikten sonra görülmeğe başlanmıştır . Bunun anlaşılması üzerine ,güneydoğu da çözüm bekleyişi içinde olan ilgili çevrelerin umutları tükenmeğe başlamış ve bir anlamda aldırmazlık tutumu bu çevrelerde giderek etkili olmağa başlamıştır . Sorunu barış içinde çözemeyenler savaş ve terör yollarını denemişler ama bu yoldan da bir sonuç elde edememişlerdir . Terör ile Türkiye Cumhuriyetinin yıkılamıyacağı , Irak ya da Yugoslavya’daki gibi bölünemiyeceği artık kesin olarak anlaşılmıştır . Ne var ki , Türk devletinin de bütün gücüne rağmen terör örgütünü kesin olarak yok edemiyeceği anlaşılmış ve bu aşamadan sonra ,güneydoğu sorununun Türk devletinin yıkılmazlığı ile bölgedeki etnik halkın terör örgütlenmesi arasına sıkışıp kaldığı belli olmuştur . Terör örgütü Türk devletini otuz yıl sonra yıkamayınca , bölge halkı terör yolu ile sonuca gidemeyeceğini anlamıştır .Terör örgütünün arkasında ise bölgeye dönük stratejik hesapları olan ABD,İngiltere ,Almanya ,Fransa ve İsrail gibi emperyal batılı devletlerin açık desteği olması yüzünden de Türk devleti de bu bölgedeki etnik terörü kendi gücü ile sona erdiremiyeceğini anlamış durumdadır .

Gelinen noktada ,güneydoğu sorununun devlet baskısı ile ya da etnik halkın terör örgütlenmesiyle çözülemiyeceğinin kesin olarak anlaşıldığı görülmektedir . Artık Kürt yok diyerek ya da dağlık bölgeden gelen kart kurt sesleri masalları ile güneydoğu sorununun olumlu bir sonuca bağlanamıyacağı iyice belli olmuş ve soğuk savaş sonrası aşamada içine girilen küreselleşme döneminin dinamiklerinin etnik kökenleri öne çıkarması nedeniyle sorun daha da büyüyerek iyice içinden çıkılmaz bir noktaya gelmiştir . Eski dönemde Türkiye’nin komşu ülkelerini Türkiye’ye karşı terör eylemleri için etnik gruplaşmalar doğrultusunda kullanan Türkiye’nin dostu ve müttefiki görünümündeki batılı emperyal devletler yeni dönemde bu şanslarını yitirmişler , soğuk savaş sonrasında sınır komşularıyla dana yakın ilişkiler içerisine giren Türkiye Cumhuriyeti komşularını da bölücülük doğrultusunda tehdit eden etnik teröre karşı bölgesel bir işbirliği ve dayanışma dönemini başlatmıştır . Irak ve Suriye’nin kuzey bölgelerini Türkiye’ye karşı birer terör üssü olarak kullanan bölücü illegal örgüt yeni dönemde bu şansını yitirince iyice toplumsal desteğini kaybetmiştir .,Kitlesel destekten mahrum kalan bölücü örgüt yeni dönemde eski iddialarını sürdürebilmek için ,batının emperyal devletlerinin desteğine sığınmış ve Avrupa Birliği oluşumu üzerinden Avrupa ülkelerini , Büyük Orta Doğu Projesi üzerinden de ABD ve İsrail devletlerinin desteklerini korumağa çalışmış ve bu ülkeleri n Türkiye üzerinde baskı kurmalarını sağlayarak , Türkiye’nin güneydoğu bölgesinde kendi istedikleri doğrultuda bir çözüm üretmeğe çaba göstermişlerdir . Nato üyesi ve AB aday ülkesi olarak Türkiye’nin batı dünyası ile olan yakın ilişkilerinden yararlanarak , batılı ülkeleri Türkiye’yi bölücü örgütün planları doğrultusunda bir çözüme zorlama dönemi de son yıllarda giderek artan baskı ve şantajlara rağmen sonuç vermemiş ,bu doğrultuda geliştirilen bütün girişimler sonuçsuz kalmıştır . Artık eski tutumlar ya da senaryolar ile sonuç alınamıyacağı kesin olarak belli olmuştur .

Bölücü etnik terör yüzünden otuz yılda otuz bin insanını kaybeden Türkiye Cumhuriyetinin bundan sonraki aşamada yeniden bir terör dönemine zorlanması hiçbir biçimde sonuç vermeyeceği gibi tamamen tersine bir doğrultuda tepkisel olumsuz sonuçlara da giden yolları açabilir .Türkiye artık geri zekalı ya da aptal bir ülke konumuna hiçbir biçimde düşürülemiyecek derecede bir olgunlaşma aşamasına gelmiştir . Çeyrek yüzyılı aşan bir sürede yaşanan olaylar , Türk insanını bilinçlendirdiği gibi Türk devletinin de giderek güçlenmesine neden olmuştur . Eskisinden daha güçlü bir konuma gelen Türkiye Cumhuriyetinin Yugoslavya’da yaşanan iyiniyetli demokrasi senaryoları ile safca parçalanmağa doğru sürüklenecek bir geri ülke ya da zayıf devlet konumundan hızla uzaklaştığının görülmesi gerekmektedir . Bu konuda kararlı görünen batı emperyalizmi ve İsrail siyonizmi maalesef hedeflerine ulaşmakta fazlasıyla gecikmişlerdir . Son yıllardaki bütün zorlamalara rağmen istediklerini elde edemeyen bu emperyal güçler gene aynı kafada olmalarına rağmen , aradan geçen yıllardan sonra dönemin değiştiğini ve Türkiye’nin artık dıştan yetiştirilen ve dışarıdan gönderilen siyasetçiler ile uzaktan kumandalı manüplasyonlar ile yönetilemiyeceğini artık görmeleri gerekmektedir . Zaman içerisinde doğrular ve yanlışlar ortaya çıkmış ve küresel sermayenin güdümündeki medya ile ya da siyasetin küresel sermaye tarafından finanse edilmesiyle dışa bağlı güçlerin ya da kadroların aracılığı ile Türkiye’nin bir yerlere sürüklenerek yönetilemiyeceği artık kesin olarak ortaya çıkmıştır . Geçmiş dönemde yaşanan olaylardan herkesin bir ders çıkarması gerektiği görülmektedir . Çıkarılan derslerden alınacak olumlu sonuçlara göre yeni dönemde davranılması gerektiği anlaşıldığı için ,hiç kimse ya da taraf bütün sorunlarda olduğu gibi güneydoğu ya da doğu Anadolu sorunlarında da eskisi gibi hareket ederek zorlayıcı ve baskıcı girişimler ile sonuç almağa yönelme hakkı bulunmamaktadır . Soğuk savaşdan küreselleşme aşamasına geçiş döneminde ortaya çıkan bölücü terörün sonuçsuzluğu ve hiçbir işe yaramazlığı kesinlik kazandığına göre , yeniden böylesine yöntemlere başvurulması durumunda Türk devletinin ve Türk ulusunun ,ülkenin birliği ve bütünlüğü açısından göstereceği tepkiler eskisinden çok farklı ve ağır olabilir . Bu nedenle , böylesine olumsuz tepkilere yol açabilecek zorlayıcı girişimlerden vazgeçilmesi öncelikle sorunun barış ortamında daha sağlıklı bir biçimde ele alınabilmesine yardımcı olacak ve bu doğrultuda yeni olumlu adımların atılabilmesi için elverişli bir ortamı yaratabilecektir .

Türkiye genel seçimlere giderken sadece güneydoğu sorunu değil ama bütünüyle Doğu Anadolu bir büyük sorun olarak Türk kamuoyunun önüne gelmiştir . Yeni dönemde Türkiye bölgeye sadece güneyden ya da güneydoğu sorunu olarak değil ama bütünüyle ülkenin doğu bölgelerini içine alacak düzeyde bir doğu sorunu olarak bakmak durumundadır . Bu nedenle , Türkiye Cumhuriyeti devletinin doğu bölgesini oluşturan , güneydoğu,doğu Anadolu ve Doğu Karadeniz bölgeleri artık beraberce dikkate alınmak durumundadır .Ulusal kurtuluş savaşını yönetmek üzere Samsun’a çıkan Türk devletinin kurucusu Atatürk’ün izlediği siyasette bu doğrultuda gelişmiştir . Doğu Karadeniz’deki Pontus çetecilerine karşı güvenlik oluşturmak üzere Anadolu’ya ayak basan Mustafa Kemal daha sonraki aşamada ulusal kurtuluş savaşına ülkenin doğusundan başlayarak işe girişmiş ve öncelikle Doğu Anadolu ile Doğu Karadeniz’in birlikteliğini sağlayacak olan Erzurum Kongresi ile resmi çalışmalarına başlamıştır . Erzurum Kongresi öncesinde ülkenin her köşesinde iki yüz civarında kongre ve toplantı yapılmasına rağmen , yerel ya da bölgesel düzeyde sonuç alınamamış ve daha sonraki aşamada Mustafa Kemal’in Erzurum Kongresi ile Doğu Anadolu’da birlik ve bütünlük sağlaması üzerine gerçek anlamda ulusal kurtuluş savaşı başlamıştır . Dünyanın tam ortasında her tarafı açık bir konumda yer alan Anadolu yarımadası üzerinde bir bağımsız devlet düzeninin oluşturulabilmesi için jeopolitik ve stratejik açılardan öncelikle Doğu Anadolu’nun güvence altına alınması zorunlu görünüyordu. Doğu Anadolu Erzurum Kongresi ile güvence altına alındıktan sonra sıra ülkenin diğer bölgelerine gelmiş ve daha sonraki aşamada Doğu Anadolu bölgesinde sağlanmış olan birlikteliğin Misakı Milli sınırları doğrultusunda ülkenin batı,güney ve kuzey bölgelerine de taşındığı görülmüştür . Ulusal kurtuluş savaşı sırasında yaşanan bu siyasal gelişmeler , Anadolu üzerindeki bu üniter ulus devletin bağımsız bir siyasal düzen oluşturabilmesi açısından Doğu Anadolu’nun birlikteliği ve bütünlüğünün yaşamsal bir öneme sahip bulunduğunu açıkca göstermiştir . Türkiye’nin doğusunda bulunan üç coğrafi bölgenin bir bütünlük içerisinde merkeze bağlı olmasının ülkenin batı bölgelerinin başkent Ankara’dan merkezi olarak yönetilebilmesi açısından da gerekli olduğu görülmüştür . Doğusunu güvenceye alan Ankara yönetimi batı bölgelerini yönetebilir konuma gelebilmiştir . Doğusunu koruyamayan bir Ankara yönetimini batı bölgelerinin de ciddiye almayacağı açıktır . Bu nedenle , Türkiye Doğu Anadolu için geliştireceği çözüm önerilerinde devletin kuruluş yapısı ,modeli ve ilkelerini öncelikle göz önünde tutmak zorundadır . Bu gerçeği güneydoğu’da ayrı devlet isteyenlerin ya da Kuzey Irak’a Türkiye’nin güneydoğusunu da bağlamak isteyenlerin acilen görmelerinde barış koşullarının korunabilmesi açısından yarar vardır .

Türk devleti Doğu Anadolu’ya başkent Ankara’dan bakmak durumundadır . Devletin böylesine bir merkezi yapıda kurulmuş olması nedeniyle , hareket noktası başkent Ankara’nın kontrolu altındaki Misakı Milli sınırları içerisinde üniter bir bütünlüğün öncelikle korunması ve böylesine bir siyasal yapılanmanın üzerinde duran ulus devletin varlığının geleceğe dönük sürdürülebilmesi açısından devletin kurucusu Atatürk tarafından belirlenmiş olan devlet modelinin öncelikle korunması gerekmektedir .Bu durum aynı zamanda bir anayasal zorunluluk olarak da devreye girmekte ve ülkenin her bölgesine merkezden aynı doğrultuda bakış açılarının geliştirilebileceğini göstermektedir . Türk devleti Ankara merkezli bir hukuki yapıya sahiptir ama Ankara’da ulusal ve üniter devletin kurulmasına giden yol Doğu Anadolu’daki Erzurum Kongresi ile başlatılabilmiştir . Erzurum Kongresi o koşullarda yapılamasaydı Sivas’da bir büyük ulusal kongre hiç yapılamaz ve bu nedenle de Türkiye Cumhuriyeti nin kuruluşuna giden kararlar Türk ulusunun ülkenin bütün bölgelerinden gelen il ve bölge temsilcilerinin katılımıyla hiçbir biçimde kurulamazdı . Bu nedenle , Doğu Anadolu’nun geleceği denlince akla Erzurum Kongresi , Türkiye’nin geleceği denilince de akla Sivas Kongresi gelmektedir .Atatürk Misakı Milli sınırları içerisinde bir ulus devleti üniter yapı içerisinde oluştururken Doğu Anadolu’da güneydoğu ve Doğu Karadeniz bölgelerinin birlikteliğini öncelikle sağlamış ve daha sonraki aşamada da bu durumun ülkenin birliği ve bütünlüğü açısından korunmasına öncelik vermiştir . Atatürk Cumhuriyetinin çatısı altında Doğu Anadolu’ya bakış açısını bu nedenle öncelikle Erzurum Kongresi olgusu ile değerlendirmek gerekmektedir . Erzurum Kongresi bakış açısıyla Doğu Anadolu’ya bakıldığı zaman , emperyalizmin gelecekte muhtemel küçük etnik devletlerin başkenti olarak öne sürmeğe çalıştığı Diyarbakır,Van ve Trabzon kentinin bütünüyle Doğu Anadolu bölgesinin kopmaz parçaları olduğu daha iyi anlaşılabilmektedir . Bölücü partinin belediye başkanı Diyarbakırı Batman ile birleştirip özerklik isterken ,aynı taleplerini Trabzon ve Van için de gündeme getirmekte ve Emeniler ile Rumların desteğini alarak , güneydoğu’da bir Kürdistan’ın kuruluşunu Türk devletine karşı dayatmağa çalışmaktadır . Hala Sevr rüyaları gören bölücüler , sadece Diyarbakır’ı tek başına kurtaramayınca bu kez Van ve Trabzon’u da öne atarak Doğu Anadolu’da muhtemel bir Ermenistan ve Pontus Cumhuriyetleri oluşumunu yeniden devreye sokmağa çalışmaktadırlar .

Geçen hafta sonunda Doğu Anadolu’nun geleceği ile ilgili bir bölge toplantısını , Türkiye Cumhuriyeti devletini kurmuş olan ana muhalefet partisinin müstakbel Büyük Ermenistan devletinin başkenti olarak ilan edilen Van kentinde düzenlediği görülmüştür . Başkent Ankara’dan çok uzak bir düzeyde yapılan bu toplantıda İstanbul ile Doğu bölgesinin temsilcisi olan bazı sivil toplum kuruluşlarının yöneticileri de katılmış ve bölgenin geleceği İstanbul merkezli bir bakış açısı ile Ankara ‘dan gelebilecek temsilciler devre dışı bırakılarak ve en önemlisi halen Türkiye’nin en büyük demokratik kitle örgütü olan Atatürkçü Düşünce Derneğinin toplantıya gelmiş olan temsilcileri dışarıda bırakılarak toplantıyla devam edilmek istenmiştir . Atatürk’ün partsinin Atatürkçü Düşünce Derneği’ni dışlayarak böylesine bir bölge toplantısı yapması hem bölgede hem de ulusalcı ve cumhuriyetçi kamuoyunda ciddi tedirginlikler ve kuşkular yaratmış ve “nereye gidiyoruz “ sorularını öne çıkarmıştır . Atatürk’ün devlet modelini savunması gereken Atatürk’ün partisi , Doğu Anadolu’ya Atatürkçü bir bakış açısı ile bakması gerekirken ,bu konuda kendisine en fazla yardım yapabilecek düzeydeki ulusal birikime sahip olan Atatürkçü Düşünce Derneği’ni dışarıda bırakarak bölge toplantısını yapmağa çalışması , çok ciddi tedirginliklere neden olmuştur . Bölücü etnik terör örgütüne yakın duran bazı sivil toplum kuruluşları ile bu doğrultuda siyasete yakın duran bazı temsilcilerin toplantıya katılmaları , devleti kurmuş olan Atatürk’ün partisinin Doğu Anadolu’ya Atatürkçü bakış açısından vazgeçtiğine dair tartışmaları de beraberinde kamuoyuna getirmiştir . Doğu Anadolu’nun bütünlüğüne öncelik vermeyen , güneydoğu sorununu Doğu Anadolunun birlik ve bütünlüğü dışında ele alan , Kuzey Irak benzeri bir yeni yapılanmayı çözüm diye Türkiye’nin güneydoğu bölgesine getirmek isteyen bir yaklaşım hiç bir zaman ,Doğu Anadoluyu kurucu önder Atatürk’ün devlet modeline göre değerlendiremiyecektir . Güneydoğu’ya öncelik vererek Doğu Anadolu ve Doğu Karadeniz bölgelerinin dışlanması ya da ikinci planda bırakılması ,bölgeye Erzurum Kongresi sonrasında getirilmiş olan bütüncül bakış açısını ve yaklaşımları ortadan kaldırarak bölücü sonuçlar verebilecektir . Bölücü örgüt yandaşı sivil toplumcular ile , başkent Ankara’ya yüz belediye başkanını bir araya getirerek bölgesel meydan okuyanlar ile Doğu Anadolu’ya bütüncül bir yaklaşım geliştirilemez ve bu nedenle de kalıcı ve Türkiye’nin devlet modeline uygun bir çözüm getirilemez .

Ne var ki , Doğu Anadolu’nun bütünlüğü dışlanarak sadece güneydoğu bölgesinin ele alınmasıyla ancak bölücü örgütün ve Türkiye’yi bölmek isteyen batılı emperyal ve siyonist çevrelerin ekmeğine yağ sürülebilir . İstanbul sermayesinin çıkarlarına geçmişte teslim olan Atatürk’ün partisinin yeni dönem açılımında gene İstanbul merkezli bakış açılarıyla biryerlere gitmeğe çalıştığı ama bunu da başaramıyarak yüzüne gözüne bulaştırdığı görülmektedir .Ankara’dan mal kaçırır gibi İstanbul sermayesinin federasyoncu ve eyaletçi bakış açılarıyla öne çıkarılacak çözüm önerilerie ülkenin birlik ve bütünlüğüne zarar vereceği için , Atatürk’ün partisinin gleneksel tabanı tarafından hiçbir zaman benimsenmeyecek ve beklide genel seçimlerde ciddi oranlarda oy kaymasına yol açabilecektir . Geçen seçimlerde partinin önünü kapayarak iktidara gelmesini önleyen eski genel başkana kızgınlık nedeniyle Atatürkçü tabanın önemli bir kesimi tepkisel olarak milliyetçi partiye oy vererek siyaset sahnesnden dışlanmak istenen bu partiye hayatiyet kazandırmıştı .Adında halk sözcüğü bulunmasına rağmen iş adamı ve sanayici derneklerinden kaynaklanan sermaye politikalarına angaje olan Atatürk’ün partisi bu yüzden kısa zamanda zenginlerin partisi durumuna sürüklenerek ,ve Anadolunun çeşitli bölglerinden dışlanarak zenginlerin yaşadığı sahillerin partisi konumuna sürüklenmişti . Bu durumdan ders alması gereken Atatürk’ün partisi geçen yıl İstanbul merkezli bir yönetim atağı ile karşı karşıya kaldığı için ,genel başkan ve yardımcıları ile genel sekreterin İstanbul temsilcileri olarak siyaset sahnesinde yerlerini aldıkları ve bu nedenle de Türkiye Cumhuriyetinin Atatürk’ten gelen ulusal ve üniter devlet yapısını ikinci plana atmağa ve İstanbul’u yeniden başkent yapacak doğrultuda bölgesel federasyona güneydoğu üzerinden hazırlandıkları anlaşılmaktadır . Büyük sermayenin çıkarları ile ülkenin ve halkın ulusal çıkarlarının ters yönlerde olması ve bu nedenle siyaset sahnesinde önemli ölçülerde çatışmaların öne çıkması dikkate alınırsa ,Atatürk’ün partisinin geçen seçimlerde sahillerden aldığı oylarını bu kez alamıyacağı, ve güneydoğuya öncelik vererek Türkiye’nin bütün bölgelerini karşısına aldığı görülmektedir . Milli sınırlar dışına çıkarak bölgeye yatırım yapmak isteyen İstanbul sermayesi ile güneydoğuda bölücülük yapan partilerin ve örgütlerin çıkarları ,bölgesel federasyon ile eyalet sisteminin oluşturulmasında birbirine paralel görünmekte dir . Bu doğrultuda doğu Anadolu’nun Kürt ve Alevi asıllı insanlarının alet ederek kimliklerini öne çıkaracak bir yaklaşım doğrultusunda güneydoğu sorunu ele alınmağa çalışılmakta ve Türkiye Cumhuriyetinin Atatürk’ten gelen geleneksel Ankara merkezli ulusal ve üniter yaklaşımından uzaklaşılmaktadır . Atatürk’ün devlet modeline olduğu kadar , devlet kuran partinin altı ilkesinden olan ulusalcılık ve cumhuriyetçilik ilkelerine de açıkca ters düşen bu yaklaşımın , güneydoğu halkından oy alabilmek uğruna gündeme getirilmesi önümüzdeki dönemde ciddi handikaplara yol açabilecek gibi görünmektedir . Türkiye Cumhuriyetinin en zayıf döneminde kabül etmediği eyalet sistemi ve federasyona , büyük sermaye çevrelerinin ve batılı emperyal güçlerin çıkarları uğruna şimdi evet demesi eşyanın doğasına aykırı düşmektedir . Zayıf noktada kabül edilmeyen Türkiye Cumhuriyetini ortadan kaldıracak bir siyasal çözümün en güçlü olunduğu aşamada kabül edilmesi gibi bir zaafiyeti hiç kimse Türk halkına açıklayamaz .Batı emperyalizmine karşı antiemperyal bir mücadele sürdürerek bağımsız Türk devletini kurmuş olan Atatürk’ün partisinin yöneticileri ise ,böylesine bir geri adım atmayı hiç kimseye anlatamazlar . Atatürk’ün partisinin doğu bölgelerinden kopmasını yanlış politikalarda ve batı bölgelerinde üslenmiş olan büyük sermayeye teslimiyette aramak gerekirken , gene sermaye merkezlerinin desteği ile güneydoğunun Doğu Anadolu’nun birlik ve bütünlüğünden kopmasına yolaçabilecek federasyon ve eyalet modeli yaklaşımların benimsenmesi Atatürk’ün devlet modelinin ortadan kalkmasına yol açabilecektir .Atatürk’ün partisinin Atatürk’ün devlet modelinin ortadan kalkmasına alet olmasını ise hiçbir parti yöneticisi toplumun üçte birini oluşturan Atatürkçü cumhuriyet tabanına anlatamıyacaktır . İktidar partisinin küresel politikalara angaje olan neo-liberal yaklaşımlarının taklitçisi ya da kopyacı bir tutumun sonuç vermesi ise gene eşyanın doğasına ters düşecektir .

Türkiye Cumhuriyeti anayasasında yer alan Atatürk Milliyetçiliği kavramı , cumhuriyet devletinin Doğu Anadolu’nun ülkeye kopmaz bağlar ile bağlanmasının ana formülüdür . Türk devletinin anayasasında Türk milliyetçiliği değil ama Atatürk milliyetçiliği devletin temel ilkelerinden birisi olarak benimsenmiştir . Devletin adında “Türk” kavramı vardır ve bu kavram doğrultusunda bir Türk milli devleti kurulmuştur ama , içe dönük bir Türk milliyetçiliği anayasada yer almamıştır . Türk milliyetçiliğinden uzak duran bir Türk devleti ulusal yapıda kurulurken , Anadolu’da yaşayan diğer kökenlerden gelen insanlar da düşünülmüştür . Kendini Türk hissedenler Türk olarak kabül edilmiş , “Ne mutlu Türküm diyene” yaklaşımı ile alt kimlik ya da etnik köken sorunları aşılmağa çalışılmıştır . Ulusal kurtuluş savaşında düşmana karşı beraberce savaşan Anadolu halkı Atatürk”ün tanımı ile Türk ulusu olarak kabül edilmiştir . Türkiye Cumhuriyetini kuran Türkiye halkına Türk denileceğini devletin kurucusu bir temel ilke olarak ortaya koymuştur . Bu nedenle Misakı Milli sınırları içinde Türkiye Cumhuriyetinin çatısı altında bir Türk vatandaşı olan herkes Türk olarak kabül edilmiş ve hukuken eşit bir statüde her türlü hak ve özgürlükten yararlanılması serbest bırakılmıştır . Türk devleti Avrupa Birliği sürecinde en üst düzeyde insan haklarını ülkede gerçekleştirebilmek için canla başla mücadele ederken , güneydoğu bölgesinde ayrı bir kimlik oluşturarak böylesine bir kimliğe özerklik tanıyacak çözüm modellerini ya da anayasal güvenceye sahip olan resmi ulusal dil olarak Türkçe’nin yanına ikinci bir dilin getirilmesini ,ayrıca Diyarbakır merkezli bir Kürdistan eyaleti oluşturulmasını çözüm olarak benimsemek Türkiye Cumhuriyeti ulus devletinden vazgeçmek anlamına gelecektir . Teröristlere af ile terör örgütünün aklanmak istenmesi şehit ailelerini rahatsız ettiği gibi ,Türk kamuoyunda da haklı tepkilere neden olmuştur . Yerel yönetimler özerklik şartının kabül ettirilmesiyle beraber , oluşacak eyalet yapılanması içinde öz savunma gücü adı altında yerel ve bölgesel ordular kurulmasına izin verilmesi ile de iç savaşa gidebilecek bir çatışma ortamının doğmasına yol açılabilecektir . Bölücülerin Avrupa Birliği üzerinden dayattıkları bu gibi önerilerin hiç birisi gerçek çözüm olmadığı gibi beraberinde yeni sorunlar yaratabilecek derecede de tehlikeli görünmektedir . Bölücü partinin temsilcilerinin başında bulunduğu yüz belediyenin ortak hareket etmesi ciddi bir bölgeselleşme eğilimi olarak ,Türkiye’ye açıktan güneydoğu bölgesinde bir eyalet yapılanması dayatılmasına neden olmakta ve bölünme tehlikesini fazlasıyla artırmaktadır . Eğer ciddi bir çözüm geliştirilmek isteniyorsa , kendini bilen hiçbir devletin alet olmayacağı bu gibi senaryolara Türkiye Cumhuriyetinin uzun süre seyirci kalması ve hoşgörü göstermesinin arkasında yatan nedenler üzerinde düşünülmesi ve tartışılması gerekmektedir . Sabır etmenin sonunun selamet mi yoksa, felaket mi olduğu önümüzdeki dönemde görülecektir .

Güneydoğunun bölünmesiyle ilgili bütün toplantılar yeni başkent ilan edilen Diyarbakır’da yapılmaktadır . Atatürk’ün partisinin doğu sorunları ile ilgili çalıştayı ise muhtemel büyük Ermenistan dvletinin başkenti olarak ilan edilen Van kentinde düzenlenmiştir . Doğu Anadolu’nun geleceği ile ilgili toplantıların Diyarbakır ya da Van üzerinden Kürdistan ile Ermenistan’ın oluşumuna yönelik gündeme getirilmesi ise son derece düşündürücüdür . Atatürk’ün partisinin Doğu Anadoluya Van üzerinden bakması ise , İstanbul üzerinden bölgeye yönelik estirilen eyalet ve federasyon yaklaşımlarının bazı gayrimüslim sivil toplum kuruluşları ile cemaatların devrede olduklarını göstermektedir . Doğu Anadolu’ya Van ya da Diyarbakır üzerinden bakmanın ya da yaklaşmanın bölücü sonuçlar verdiğinin kesinleştiği bu aşamada , cumhuriyet tarihimizin ortaya koymuş olduğu gerçekler doğrultusunda ikinci bir Erzurum Kongresine büyük gereksinim vardır . Sevr haritası ya da Wilson prensipleri doğrultusunda bölgeye parçalı yapıyı dayatan Atlantik emperyalizmi ve İsrail siyonizmine karşılık ,Türkiye Cumhuriyetinin bütüncül ve üniter yapısını , ulusal bakış açısını yansıtacak yeni bir Erzurum Kongresi ile doğu Anadolu’nun sorunları ele alınabilmelidir .Şimdi Atatürk’ün partisine düşen görev , Atatürkçü Düşünce Derneği ile beraber günümüz koşullarındaki Atatürkçü bakış açısını bütün doğu bölgesine yansıtacak ikinci bir Erzurum Kongresini Türkiye’nin Doğu Anadolu’sunun merkezi olan Erzurum’da yapmak olmalıdır . İkinci Erzurum Kongresi ile ,Doğu Karadeniz,Doğu Anadolu ve Güneydoğu bölgeleri bir bütün olarak ele alınmalı ve sorunları böylesine bir bütünlük içerisinde tartışılarak karara bağlanabilmelidir . Ancak o zaman emperyalislerin yerli işbirlikçileri ile dayattıkları bölücü ve mandacı çözüm önerilerinden Türkiye kurtulabilecektir . Şmdiye kadar Türkiye’ye dayatılan baskı ve zor layı yöntemlerin sonuç vermediğini artık emperyal merkezlerin görmesi ve Türkiye’yi yeniden kazanacak yaklaşımların gündüme getirilmesi gerekmektedir . Türkiye’nin geleceği açısından Doğu Anadolu’nun öncliği vardır . Bu nedenle tıpkı geçen yüzyılın başlarında olduğu gibi yeni bir Erzurum Kongresi ile Doğu Anadolu Atatürkçü bakış açısıyla ele alınabilmelidir . Ondan sonra ise gerekirse yeni bir Sivas Kongresi daha toplanarak her şey Türk ulusunun değerli temsilcilerinin önünde tartışılarak yeniden karara bağlanabilir .

29 Aralık 2018 Cumartesi

TÜRKİYE “B PLANI”NI ACİLEN UYGULAMALIDIR "Prof. Dr. ANIL ÇEÇEN" (Ankara Kalesi No: 90)-"BÖLGESEL İTTİFAK FIRSATI KAÇIRILMAMALI" Amiral Soner Polat

ANKARA KALESİ NO: 90

TÜRKİYE “B PLANI”NI ACİLEN UYGULAMALIDIR
Prof. Dr. ANIL ÇEÇEN
Ankara, 29 Aralık 2018
Merkezi coğrafyada yer alan ülkelerin durumu pek iyi görünmüyor . Eski Osmanlı İmparatorluğu sınırları içerisinde yer alan ülkelerin hiç birisinin durumu iyi görünmüyor .Türkiye dahil hepsini yeni bir var olma ve yok olma mücadelesinin beklediğini birbirini izleyen olaylar ortaya koyuyor . İki kutuplu dünyadan tek kutuplu yapılanmaya geçerken geçmişten gelen sorunlar devam ederken ,şimdi çok kutuplu bir yapılanmaya doğru dünya konjonktürü sürüklenirken eski meselelerin daha da büyüyerek bölge ülkelerinin önüne çıktığı ve bu aşamada bütün eski Osmanlı ülkelerini teslim aldığı açıkca görülmektedir . Osmanlı hegemonyasını bitiren Lozan Antlaşması öncesinde o dönemin iki büyük dünya gücü olarak bir araya gelerek bölge haritasını cetvelle çizen İngltere ve Fransa gbi devletlerin bugünün koşullarında ikinci plana sürüklenmesi , onların yerini Amerika Birleşik Devletleri ve İsrail gibi devletlerin alması yepyeni bir siyasi durum ortaya çıkarmakta ve bu iki büyük güce sahip devlette bölgenin eski haritasını beğenmeyerek kendi haritalarını çizmeğe yöneldiklerinde ciddi bir üçüncü dünya savaşı tehlikesini de beraberinde getiren bir çok olumsuz gelişme birbiri ardı sıra dünya gündemine gelerek savaş riskini artırmaktadır . Bugünün koşullarında dünyanın en büyük gücü ABD ile onun uzantısı ve geleceğin patronu olmağa hazırlanan İsrail devletinin kesinlikle Orta Doğu haritasını beğenmedikleri ve kendi çıkarları doğrultusunda bölgede Atlantikçi ve siyonist bir hegemonyayı beraberinde getirecek yeni bir haritaya doğru eski Osmanlı ülkelerini zorladıkları görülmektedir . Bu nedenle ,merkezi coğrafyada yer alan bütün ülkelerin sınırlarının kesin olmadığı ve gelecekte hepsinin yepyeni bir haritaya doğru sürükleneceği anlaşılmaktadır .
Bütün dünya merkezi coğrafyayı yalnızca Orta Doğu bölgesi olarak kabül ederken , eski Osmanlı hinterlandına egemen olmak isteyen Amerika Birleşik Devletlerinin , Osmanlı İmparatorluğunun sınırları içerisinde yer alan Kuzey Afrika ve Kafkasya bölgelerini de merkezi alanda kabül ederek buna göre politikalar geliştirdiği görülmektedir . Yirmi birinci yüzyıla doğru dünya ilerlerken , küresel sermayenin desteği ile tek kutuplu bir dünya yaratmağa çalışan ABD ,bu konuda gecikerek başarılı olamayınca bu kez karşısında yeni süper dünya güçleri ortaya çıkmış ve ABD merkezli bölgesel dayatmalara karşı çıkarak ,Osmanlı imparatorluğundan geri kalan topraklarda yeni bir batı hegemonyasının kurulmasına izin vermemişlerdir . Sovyetler Birliğinin dağılmasından sonra içine girilen küreselleşme aşamasında dünyanın yeni süper güçleri olarak Rusya,Çin ve Hindistan merkezi alan ile ilgili bütün gelişmelere yakından ilgi göstermeğe başlarken , Türkiye en kritik aşamada İran’a karşı uygulananan yaptırımları büyük güçlerin etkisinden kurtararak dengelemeğe çalışırken , Brezilya gibi yeni bir büyük devin gücünden yararlanmağa çalışmıştır .Böylece ,ABD’nin onbinkilometre uzaklıktan gelerek bölgeye müdahil olması gibi, Brezilya’da benzeri uzaklıktan gelerek merkezi alanın yeni dengelerinde bir başka büyük güç olarak devreye girmiştir . Çekişme alanının yanıbaşında yer alan yeni büyük güçlere karşı Türkiye her zaman olduğu gibi ve Avrupa’nın dev ülkelerine karşı uzaktaki dev olan ABD’yi devrede tutma yaklaşımlarının benzeri bir politikayı sürdürerek , farklı bir başka uzak gücü devreye sokarak dengeleri yeniden oluşturmağa çaba göstermiştir . Rusya,Çin ve Hindistan üçlüsünün yanıbaşlarındaki merkezi coğrafya ile yakından ilgilenmeğe başlamaları üzerine ,Türkiye karışan dengeler ve artan baskılar karşısında Brezilya gibi bir büyük oyuncuyu da devreye sokarak çoklu dengelerde ulusal çıkarlarını koruyabilmenin çabası içerisinde olmuştur . Yeni ortaya çıkan güçler dengesinde ,öne geçen büyük devletlerin kendi çıkarları doğrultusundaki politikaları bölge ülkelerine baskı yaparak uygulatmak istemesi nedeniyle ,soğuk savaş döneminde buzdolabına kaldırılmış olan bütün eski meseleler yeni sıcak konular olarak birer birer devreye girmişlerdir .
Fransızların felaketler coğrafyası adını taktıkları Avrasya kıtasının geleceği giderek belirsizleşirken ,tek kutuplu dünyadan çok kutupluya doğru kaymakta olan dünya dengelerinde etkisini artırmak isteyen yeni büyük güçlerin de eski Osmanlı hinterlandında açıktan devreye girdikleri görülmektedir . Rusya yeniden Kafkaslar’da etkisini artırırken ,Çin bütün bölge ülkeleriyle ekonomik ilişkilerini hızla artırmakta ,Hindistan ise Basra körfezi üzerinden bölgeye girerek Çin ve Rusya ile yeni bir rekabet düzenine hazırlanmaktadır . Bu aşamada Çin ile İran arasında ,Rusya ile Arap ülkeleri arasında ve İsrail ile Hindistan arasında yeni yakınlaşmaların öne çıktığı ve bu doğrultuda bölgeye dönük yeni girişimlerin tezgahlandığı anlaşılmaktadır . Bir büyük savaşa daha doğrusu üçüncü cihan savaşına doğru olaylar gelişirken ,bütün bu gibi olumsuz gelişmelerin yer aldığı coğrafyanın merkezi ülkesi olarak Türkiye’nin bu baş döndürücü trafiğe ayak uyduramadığı ve batılı ülkelerin baskılarından kurtulamadığı için kendi güvenliğini sağlayacak ve kendi ulusal çıkarları doğrultusunda hareket ederek yeni bir bölgesel açılım yapamadığı üzülerek görülmektedir . Bir türlü Amerika Birleşik Devletleri ,Avrupa Birliği ve İsrail taşeronluğundan kurtulamayan Türkiye Cumhuriyetinin , üçüncü dünya savaşının potansiyel alanındaki varlığını güvenceye almakta zorlandığı , dış baskılar yüzünden kendi çıkarlarının gerektirdiği adımları bir türlü atamadığı ,başka ülkelerin belirlediği gündemin ortaya çıkardığı olaylar zinciri içerisinde sağa ve sola sürüklenerek ,doğru dürüst bir plana dayanan tutarlı bir dış politika uygulayamadığı görülmektedir . Soğuk savaş döneminin sona erdiğini anlamakta fazlasıyla geç kalan Türkiye Cumhuriyetinin hala ABD merkezli dünya devam ediyormuş gibi hareket etmesi yüzünden çok kutuplu dünya dengelerinin oraya çıkardığı fırsatlardan yararlanamadığı açıkca görülmektedir .Türkiye orta boy bir ülke olarak sahip olduğu jeopolitik konumunun gerektirdiği stratejik açılımları ulusal çıkarları doğrultusunda yapamadığı için ,hala bu bölgede oynananmakta olan büyük oyunda kaybeden konumunu sürdürmekte ve bu durumdan fazlasıyla da zarar görmektedir .
Başkalarının hazırladığı plan ve projelerin arkasında koşmaktan bir türlü kurtulamayan Türk devletinin son zamanlarda ciddi yorgunluk sinyalleri vermeğe başladığı ,batılı dost ve müttefik ülkeler uğruna katlanılan bir çok olumsuz gelişmede ciddi ulusal çıkar kayıplarına uğradığı görülmektedir . Bu yüzden bir türlü toparlanamayan Türkiye Cumhuriyeti yeni bir genel seçim sürecinde farklı bir anayasal yapılanmaya doğru dış baskılarla sürüklenerek iyice tasfiye edilme noktasına doğru zorlandığı inkar edilemiyecek derecede gözlemlenmektedir . Merkezi gücünün tasfiye edilmesiyle , başkentin İstanbul’a taşınarak küresel sermayenin güdümüne teslim olunmasıyla ,güneydoğu bölgesi üzerinden eyalet sistemi ve federasyon yapılanmasının zorlanmasıyla ,Türkiye Cumhuriyeti güçlü bir ulus devlet olarak bu bölgede kendi ulusal planını uygulayamıyacak bir dağılma sürecine doğru dış baskılar ve emperyal güdümlemeler ile yönlendirilmektedir . Dünyanın her bölgsinde otorite boşluklarının ortaya çıkması nedeniyle güç merkezleri nasıl bir hegemonya mücadelesine girişirse , Osmanlı hinterlandında da böylesine bir hegemonya çekişmesi giderek tırmanmakta ve bir üçüncü dünya savaşı tehlikesini de beraberinde öne çıkarmaktadır . Bölge ülkeleriyle beraber bütün dünyayı yakından ilgilendiren üçüncü dünya savaşı tehlikesi beraberinde nükleer silahların kullanılması meselesini de getirdiği için , bütün dünyanın var olup olmaması gibi çok kritik bir sorunla karşı karşıya kalınmaktadır . Orta Doğu’da başlayacak bir nükleer savaşın hemen bir üçüncü dünya savaşına dönüşmesi , Asya kıtasının tamamı ile beraber batı bölgesindeki ülkeleri de işin içine çekmesi ihtimali açıkca görülmektedir . Kuzey Kore gibi çok küçük bir ülkenin nükleer silaha sahip olması ve ABD’yi tehdit etmesi dünya dengeleri nedeniyle diğer büyük ülkeler tarafından desteklenmektedir . Sadece İran bir nükleer tehdit değil ama öncelikli İsrail’in büyük bir nükleer tehdit olarak dünya barışını tehlikeye soktuğu görülmekte ve bu yüzden Kuzey Kore kozu zaman zaman ısıtılarak dünya gündemine getirilmektedir .
İkinci dünya savaşı sonrasında sürekli olarak batılı müttefikleri yüzünden savaş tehlikesi altında kalan Türkiye Cumhuriyetinin yeni dönemde , batılı hegemonya planlarının arkasına takılıp gitmesi artık düşünülemez bir aşamaya gelmiştir . Türkiye Cumhuriyeti b.u aşamadan sonra Amerika Birleşik Devletlerinin merkezi askeri üssü ,İsrail’in güvenlik şemsiyesi , Avrupa Birliğinin ise ileri karakolu ya da doğdu köprüsü oarak kullanılamaz bir noktaya gelmiştir . Sürekli olarak batılı müttefikler kendi çıkarları doğrultusunda Türkiye’yi kullanmağa devam ettikleri sürece ,Türkiye Cumhuriyeti ile batılı ülkelerin yolları birbirinden ayrılacaktır . Küresel sermayenin güdümündeki Türkiye medyası üzerinden Türk kamu oyu son çeyrek asırda soğuk savaş döneminin korku masalları ile uyutulmağa çalışılmış ama bu gibi girişimlerin de sonu gelmiştir . Sürekli olarak aynı kişilerin her gece aynı medya kanallarına çıkarak papağan gibi batı hegemonya planlarını tekrar etmesi de ,Türk halkı üzerinde bıktırıcı bir etki yapmakta ve halkın çoğunluğunun batı karşıtı bir çizgiye yönelmesine yol açmaktadır . Batılı ülkeler de tam bu aşamada dini bir siyasal silah olarak öne çıkararak , giderek antiemperyalist bir çizgiye yönelen Türk halkının kontrol edilmesi ve cemaatlar üzerinden baskı altına alınması gibi yeni yöntemleri ,ılımlı İslam ya da Büyük Orta Doğu projesi gibi emperyalist yaklaşımlar çerçevesinde öne çıkararak Türkiye’nin kendilerinden ayrı bir yola kaymasını önlemeğe çalışmaktadırlar . Ilımlı İslam bir ABD projesi olarak devreye sokulurken , laik ve çağdaş bir cumhuriyet olan Türk devletinin kendi ulusal çıkarları doğrultusunda milli bir dış politika uygulamasının önü kesilmeğe çalışılmaktadır . Türk toplumunun büyük çoğunluğunun Müslüman olmasından yararlanılarak geliştirilmek istenen bu yeni emperyalist politikanın Türk milli devleti için ne kadar tehlikeli olduğu ,son dönemdeki gelişmeler ile açıkca ortaya çıkmış ,dinin siyasallaştırılması sürecinde Türkiye’nin bir milli devlet olarak sahip olduğu ulusal çıkarları sürekli olarak göz ardı edilmiştir . Türk devleti batılı müttefiklerinden ayrı bazı girişimleri kendi çıkarları doğrultusunda gündeme getirdiği zaman sürekli olarak batı dünyası tarafından küçümsenmiş ve karalanarak önü kesilmek istenmiştir . Son yıllarda bu doğrultuda bir çok olayın ortaya çıkması üzerine Türk devleti giderek batılı müttefiklerinden daha ayrı bir politika izlemeğe başlaması üzerine de eksen kayması ve batı düşmanlığı gibi gerçek dışı suçlamalar ile karşı karşıya kalmıştır . Batılı emperyal güçler yüzyıllarca dünya ülkelerini sömürerek bir kukla durumuna düşürdükleri için aynı alışkanlıklarını Türkiye üzerinde de denemek istemişler ama bu gibi iki yüzlü ve çifte standartlı yaklaşımların Atatürk’ün ülkesinden geri döndüğünü artık görmek durumunda kalmışlardır . Türkiye daha fazla batılı ülkelerin hatırı için kendi çıkarlarından taviz veremez bir noktaya gelmiştir . Son yıllardaki olumsuz gelişmelerden sonra artık hiçbir batılı ülke Türk devletinden Türk ulusunun çıkarlarına ters düşecek düzeyde bir adım atmasını beklememelidir .
Genel seçimlere giderken yeni bir anayasa taleplerinin öne çıkarılması ve en kritik aşamada yeni anayasa üzerinden devlet yapısının değiştirilmek istenmesi batı emperyalizmin yeni bir oyunu olarak devreye sürülmek istenmektedir . Bütün dünya üçüncü dünya savaşına sürüklenirken ,bu savaşın alanı haline düşen Türkiye Cumhuriyetinin devlet yapısını değiştirmesi kesinlikle ulusal çıkarlarına aykırıdır. Yeni bir anayasa ile devlet yapısı değiştirildiği zaman ,Türk devleti yeniden ABD’nin merkezi askeri üssü , Avrupa Birliğinin gene eskisi gibi doğuya açılan Asya köprüsü , ya da İsrail’i Arap ve İslam dünyasına karşı koruyacak bir güvenlik şemsiyesi gibi kullanılmağa devam edecek gibi görünmektedir . Hiçbir siyasi parti ya da iktidarın savaş öncesi bir dönemde yeni anayasa görünümü ile ulusal,üniter ve merkezi Türk devletini tasfiye etme lüksünün bulunmaması gerekir . Kim ki böyle bir adım atar ,o zaman Türkiye Cumhuriyeti devletinin sona ermesinden anayasal düzen ve hukuk devleti çatısı altında sorumluluğu üstlenmek zorunda kalır . Bütün hukuk kurumlarının ve siyasal merkezlerin öncelikle bilmesi gereken durum budur . Türk devleti doksan yıllık ömrünü bir hukuk devleti çatısı altında bugünlere kadar getirmiştir . Her devlet anayasasında değişiklikler yapabilir . Normal koşullar altında değişen koşullara uygun olarak anayasalar değiştirilebilir . Türkiye Cumhuriyeti de son yirmi yılda on kez anayasasının değiştirmiştir . Ne var ki , tam savaş koşulları tırmanırken savaş öncesi bir dönemde devlet yapısını değiştirecek derecede yepyeni bir anayasa yapılamaz ,eğer bu yo denenerek yapılmağa çalışılırsa o zaman Türkiye Cumhuriyeti devletinin sonu ilan edilmiş olur . Var olan anayasal düzen ve hukuk devleti çatısı altında herhangi bir siyasal merkezin ya da partinin böylesine bir serüvene soyunmasını beklemek gerçeklere aykırı olacaktır . Tersi bir durum üçüncü dünya savaşı öncesinde Türk devletinin ortadan kalkmasına ve savaş alanının önünün açılmasına giden yolu açacaktır ki , kendisini Türk olarak gören hiçbir siyasal gücün böylesine bir maceraya kalkışarak dünya barışını tehlikeye atması beklenemez . Türkiyelilik tartışmalarını bu doğrultuda ele almak ve Türk ulusunun çıkarları dışında Türkiye’deki siyasal güçleri maceraya atmak gibi olumsuz senaryolar doğrultusunda değerlendirmek mümkündür .
Türkiye Cumhuriyeti ulus devleti sahip olduğu anayasal düzen ve hukuk devleti çatısı altında öncelikle merkezi gücünü artırabilmenin yollarını aramak durumundadır . Tam bu aşamada kamu kurumlarının İstanbul’a taşınmak istenmesi , Türk devletinin merkezi gücünün toparlanması çabalarının önlenmesi anlamına gelmekte ve Türkiye’nin ulusal çıkarlarına ters düştüğü gibi küresel sermayenin Bizans yapılanması üzerinden Avrasya’daki üçüncü dünya savaşını ekonomik açıdan yönlendirmesi anlamına gelmektedir . Hiçbir ekonomik gücün ya da emperyal merkezin savaş koşullarında Türkiye’nin başkentindeki merkezi yapılanmasını tasfiye etme ya da boşaltma hakkı yoktur .Bu aşamada küresel sermaye ile Türk ulusunun çıkarları ters düşmekte ve Türk milletinin ulus devletinin başkenti , küresel sermayenin İstanbul’daki yeni Bizans yapılanması yüzünden devre dışı bırakılmak istenmektedir . Merkezi coğrafyanın tam ortasındaki Türk devletinin kendi ülkesi ve milletiyle bir bütün olarak üçüncü dünya savaşı tehlikesinden kurtulabilmesi için daha güçlü bir merkezi yapılanma ile hareket etmesi gerekirken ,bunun tamamen tersi bir doğrultuda başkentini tasfiyeye yönlendirilmesi hem savaş sürecini önünü açacak hem de bir nükleer çatışma ile bütün dünyanın yok olmasına neden olabilecektir . Kendini bilen hiçbir ciddi ülkenin kabül etmeyeceği bir başkent taşınmasına Türk ulusu tam üçüncü dünya savaşı öncesinde izin veremez .Yapılması gereken başkentin İstanbul’a taşınması değil ama , Ankara’daki merkezi devlet yapılanmasının daha da güçlendirilmesidir . Dünya tarihinde bütün savaşları güçlü merkezlerin kazandıkları görülmektedir . Bir ulusal kurtuluş savaşı sonrasında kurulmuş olan Türk devletinin böylesine bir tarihi ve bilimsel gerçekliğin dışında hareket etmesini beklemek gerçekci olmayacaktır . Siyasilerin bu tür maceracı girişimlerine Türk halkının ulusal insiyatifi izin vermeyecektir . Türkiye’nin acil gündeme üçüncü dünya savaşının önlenmesi olduğu için ,ilk atılacak adım ,milli bir idari reform ile başkentteki Türkiye Cumhuriyeti devletinin merkezi gücünü artırmak olacaktır . O zaman , Türkiye’nin savaşa karşı çıkmak ve direnmek gücü daha artacak ve Türk devleti güçlü bir arabulucu olarak her zaman devreye girerek bütün dünyayı bir üçüncü dünya savaşı belasına karşı daha güçlü bir biçimde koruyabilecektir .
Daha önceleri ulusal güçler tarafından öne sürülmüş olan Güçlü Türkiye- 2023 Milli Programının acil bir idari reform ile devreye sokulması , var olan devlet yapısını ciddi anlamda tehlikeye sokabilecek yeni anayasa peşinde koşmaktan vazgeçerek söz konusu milli idari reform ile Türkiye Cumhuriyetinin savaşa karşı çıkan gücünün her açıdan takviye edilmesi gerekmektedir . Var olan devlet yapısının yüz milyonluk bir nüfusa sahip olacak Türk devletinin gereksinmeleri doğrultusunda yenilenmesi ,merkezdeki kamu kurumlarının güçlendirilmesiyle beraber taşra teşkilatında da gereksinme duyulan yeni adımların atılması gerekmektedir . Giderek artan nüfusun gereksinmelerinin karşılanması doğrultusunda yerel yönetimlerin yetkilerinin bazı açılardan artırılmasında kamu düzeni açısından ulusal yararlar olabilecektir . Ne var ki , yerel yönetimlerin yetkilerinin artırılması sırasında merkezin tasfiyesi deği l,l ama tamamen tersine güçlendirilmiş yerel yönetimleri kontrol altında tutabilecek düzeyde daha güçlü bir merkezi yapılanmanın başkent Ankara’da gerçekleştirilmesi gerekmektedir . Daha önceki dönemlerde gündeme getirilmiş olan Mehtap ve Kaya projeleriyle beraber İdari reform taslakları incelendiği zaman Türkiye’nini kendi çözümlerinin olduğu görülecek , batılı güç merkezlerinin dayattığı yabancı taslakların Türkiye’nin koşullarına uymadığı aksine ,emperyalizmin çıkarları doğrultusunda Türk devletini dönüştürmeğe çalıştığı daha kolay anlaşılacaktır . Türk devleti ,başkentindeki merkezi yapılanmasını günün gereksinmeleri doğrultusunda daha da güçlendirerek , Misakı Milli sınırları içerisindeki Türk ülkesinin kontrolunu bağımsız bir devlete uygun bir biçimde elinde tutabilecektir . Ekonominin yeniden devletin eline verilmesi ,kamu ekonomik kuruluşlarının yeniden kurulması ,küresel sermayeye karşı direnen Türk devletinin ekonomik gücünün artırılması ,özelleştirilen ekonomik kuruluşların tıpkı Atatürk döneminde olduğu gb yeniden uluslaştırılması ya da devletleştirilmesi , Türkiye’nin de Yunanistan ya da diğer Akdeniz ülkeleri gibi çökmemesi için acilen zorunlu görünmektedir . Ekonomik gelir kaynaklarını yabancılara devreden -Türk devletinin sürekli olarak akaryakıt zammı yapmak zorunda kalması ya da ülkede ekonomik yatırım yapamaz durumlara sürüklenmesi gibi bir çıkmaz ,devletin yeniden gelir kaynakları ile donatılması sayesinde önlenebilecektir . Dışa açılma ve küresel ekonomi ile bütünleşme ,Türk devletini yarı sömürge konumuna sürüklemiş ve Türk halkını ciddi bir yoksulluk çıkmazına itmiştir . Arap ülkelerindeki gibi bir yoksullar ayaklanmasının önlenebilmesi için ,devletin yeniden ülkenin gelir kaynaklarına ve yer altı zenginliklerine sahip olarak daha adil bir gelir dağılımı düzeni kurması acilen zorunlu görünmektedir . Merkezini ve ekonomisini güçlendirecek bir Türk devletinin savaş sürecinde bölgede barışı tesis edecek en önemli ülke konumuna geleceği açıktır .
Merkezi bölgeye sızmak için sürekli olarak terörü kullanan batı emperyalizmi ve İsrail siyonizmine karşı bütün bölge ülkelerinin bir araya gelerek ciddi bir ittifak içerisine girmeleri gerekmektedir . Lübnan’ı bir terör üssüne çevirerek merkezi coğrafyaya terörist hareketler üzerinden egemen olmak isteyen emperyal güçlere karşı , eski Osmanlı ve Selçuklu ülkelerinin bir dayanışma ve kardeşlik düzeni içerisine girerek tıpkı Avrupa Birliği gibi Merkezi devletler Birliği’ni kurmalarının zamanı çoktan gelmiş ve geçmektedir . Tam bu aşamada ,Türkiye Cumhuriyetinin kurucusu Büyük Atatürk’ün ikinci dünya savaşını önleyebilmek üzere gündeme getirdiği ,Sadabat Paktı ve Balkan Paktı girişimlerini yeniden gündeme getirmekte ve bütün eski Osmanlı ve Selçuklu devletlerini merkezi Devletler Birliği adı altında birleştirmekte hem ulusal hem bölgesel hem de dünya barışı açısından küresel yararlar bulunmaktadır. Kendi çıkarları doğrultusunda savaş kışkırtıcılığı yapan lobilere karşı evrensel ve bölgesel barıştan yana olan bütün merkezi coğrafya devletlerinin bir araya gelerek Avrupa Birliği gibi bir bölgesel oluşumu Merkezi Devletler Birliği adı altında örgütlemelerinin zorunluluğu her geçen gün daha da artmaktadır .Osmanlı İmparatorluğunun ortadan kalkması nedeniyle ortya çıkan otorite boşluğunun doldurulabilmesi doğrultusunda bölgenin iki büyük devleti olan İran ve Türkiye tıpkı Sadabat paktının kuruluşu günlerinde olduğu gibi bir araya gelecek , ikinci bir Bakü Kurultayı düzenleyerek merkezi coğrafyada bulunan bütün devletleri bir bölgesel birlik çatısı altında dışa ve emperyal saldırıları karşı birleşmelerinin önünü açarak terör üzerinden üçüncü dünya savaşına giden yolun önünü keseceklerdir . Bunun için tıpkı Nato gibi bir yeni bir askeri bölgesel yapılanmaya acilen gerek bulunmaktadır . Daha önceki örnekde olduğu gibi ikinci kez bin Cento yapılanması Türkiye ve İran işbirliği çerçevesinde gerçekleştirilebilir ,Nato’nun batı emperyalizminin hegemonya örgütüne dönüştüğü bu aşamada ikinci kez kurulacak olan Cento örgütü merkezi coğrafya da terör ve savaş tehditlerine karşı bölgesel güvenliği gündeme getirebilecektir . Tunus’ta başlamış olan ayaklanma hareketlerinin ,Lübnan,Ürdün,İran ya da diğer bölge ülkeleri üzerinden karışıklık ve terör yaratması ,İsrail ve ABD gibi savaş isteyen ülkelerin bu durumlardan yararlanmağa çalışması girişimlerinin önünün kesilebilmesi için mutlaka bölge ülkelerinin yeni bir bölgesel savunma paktı kurmalarının zamanı gelmiştir . Nato savunma örgütünden saldırı örgütüne dönüşürken , yeni Cento gereksinme duyulan bölgesel savunmayı bütün bölge ülkelerini çatısı altında bir araya getirerek sağlayacaktır . İran ve Türkiye’nin öncülüğünde toplanacak ikinci Bakü Kurultayı ,Merkezi Devletler Birliğine gidecek yolu açarken ,yeni Cento’nun kurulmasını sağlayarak da bölge ve dünyayı tehdit eden üçüncü dünya savaşı sürecinin önünü kesebilecektir . İran’ın tek başına dünya ile karşı karşıya kalması böylece önlenebilecek ,bölge ülkelerinin dayanışması ile İran ile batı dünyası ilişkileri dengelenebilecek , İsrail ve İran çatışmasına ya da İsrail ile Hizbullah üzerinden bölge savaşına izin verilmeyecektir . Böylesine bir adım atılması için zaman çoktan gelmiş ve geçmektedir . Bu doğrultuda bugün yeni adımlar atılmazsa yarın çok geç olabilecektir . İsrail’in ya da Hizbullah’ın hiç söz dinlemeyen tutumları devam edip gittiği sürece her an bir çılgınlık ortaya çıkabilecektir . Bölgenin çeşitli ülkelerinde böylesine çılgınlığa elverişli çeşitli terörist hareketlerin birbirini izlemesi barış umutlarının her geçen gün daha da azalmasına neden olmaktadır .Tunus ve Lübnan’daki son gelişmeler bölgede savaş öncesi istikrarsızlık isteyenlerin beklentilerini gerçekleştirirken , bir İsrail ve İran savaşının haberciliğini yapmaktadırlar .
Türkiye Cumhuriyeti ,dünyanın merkezi coğrafyasında yer alan orta boy bir devlet olarak sahip olduğu jeopolitik konumunu kendi ulusal çıkarları doğrultusunda kullanabildiği sürece hem bağımsız devlet olarak varlığını koruyabilecek hem de bölgede kendisini tehdit etmekte olan bütün terör ve savaş tehditlerine karşı kendisini savunabilecektir .Binleşmiş Milletler ve bütün uluslar arası kuruluşların ciddi bir üyesi olarak Türkiye Cumhuriyeti bölgesinde olduğu kadar dünya barışı için evrensel düzeyde de etkinliklerini artırmak zorundadır . ABD ve İsrail gibi Birleşmiş Milletler kararlarını dinlemeyen ülkelerin baskılarına karşı Türkiye Cumhuriyeti diğer büyük devletler ve ülkeler ile yakın ilişkiler oluşturarak uluslar arası konjonktürde ağırlık sağlamalı ve bu yollardan savaş sürecinin önünü kesebilmelidir . Batılı müttefiklerin baskılarıyla şimdiye kadar uygulanan yol ve yöntemlerden bir sonuç çıkmadığına göre ,Türkiye Cumhuriyeti kendisini geleceğin dünyasında var edebilecek ve bulunduğu bölgede bir cihan savaşını önleyebilecek doğrultuda B planını acilen devreye sokabilmelidir .Türkiye kendisini yenileyebilecek güce sahiptir .Bölgesel barış ve güvenlik işbirliği için bütün komşularıyla bir araya gelerek ortak hareket edebilmenin yollarını aramalıdır .Başlatılmış olan komşularla sıfır sorun politikaları ile tam anlamıyla bir sonuç alınamamıştır . Bu tür girişimlerin kalıcı ittifaklara ve bölgesel güvenlik şemsiyesine gidebileceği yolların da açılması gerekmektedir . Anlaşmazlıklar sıfır sorun çizgisinde ele alınırken , kalıcı ittifaklara ve bölgesel güvenlik şemsiyesinin oluşturulmasına da öncelik tanınmalıdır .Türkiye sadece İran ile değil ama , Azerbaycan,Gürcistan,Suriye,Irak ve Ürdün gibi ülkeler ile başlatmış olduğu yakın temasları bölgedeki terör ve savaş risklerini ortadan kaldıracak derecede bir kalıcı işbirliği ve dayanışma düzenine dönüştürebilmenin yollarını aramalı ve acilen B planı olarak Merkezi Devletler Birliği ya da Cento adı ile anılacak bir güvenlik yapılanmasını devreye sokabilmelidir . Bütün dünyayı bir nükleer yokoluşa götürebilecek bir üçüncü dünya savaşı tehlikesi ancak bu yoldan önlenebilecektir . Barıştan yana olan bütün dünya ülkeleri de, merkezi coğrafyada gerçekleştirilecek böylesine bir bölgesel barış oluşumunu sonuna kadar destekleyeceklerdir . Bütün A planlarının bittiği bu aşamada böylesine bir B planının acilen devreye sokulması, dünya güvenliği açısından zorunlu bulunmaktadır.

NOT: B planı ile ilgili olarak daha önce yayınlanmış olan “TÜRKİYE’NİN B PLANI" isimli kitabım ile diğer kitaplarıma ve "Kemalist yaklasim.info" adını taşıyan internet sitesindeki üç yüze yakın makalem incelenebilir .
BÖLGESEL İTTİFAK FIRSATI KAÇIRILMAMALI

Amiral Soner Polat
ABD’nin, daha doğrusu Başkan Trump’ın, derin devlete rağmen (establishment) Suriye’den asker çekme kararı tüm dengeleri yerinden oynattı. Suriye’nin kuzeyinde bir güç boşluğu (power vacuum) ortaya çıktı. Kuraldır. Strateji boşluk kabul etmez. Aktörler en kısa zamanda bu boşluğu kendi çıkarları doğrultusunda doldurmak için harekete geçer. Bu yeni oyunda güç dengelerinin nasıl şekilleneceğini tarafların siyasi hedefleri belirler. Farklı siyasi hedefler beklenmedik pazarlıklara neden olur. Aynı zamanda aktörlerin ittifak arayışı da olayların seyrini etkiler.
TÜRKİYE İÇİN ÖNCELİKLİ TEHDİT
Türkiye açısından bakıldığında öncelikli tehdit PKK ve kurulması hedeflenen özerk ya da konfederal terör devletçiğidir. Eğer bu terör yapılanması temelden yok edilebilirse, bu durum Kuzey Irak’taki bağımsızlık rüzgârlarının şiddetini ciddi oranda azaltır. Bilindiği gibi Suriye ve Irak arasındaki PKK geçişkenliği yüksek düzeydedir. Bu nedenle PKK’lı teröristler nötralize edilmeli, silah, cephane, askeri teçhizat depoları imha edilmelidir. Aksi halde ayakta kalacak teröristler günün birinde ülkemizin karşısına çıkabilir.
BÜYÜK STRATEJİ ZAMANI
Gelişen olaylar Türkiye’ye çok daha büyük fırsatlar sunmaktadır. Türkiye; Irak, Suriye ve Doğu Akdeniz’i de kapsayan büyük bir stratejiyi (grand strategy) rahatlıkla kurgulayabilir. Bunun için bölgesel ve bölge dışı ittifak olanakları sonuna kadar zorlanmalıdır. Bulunduğumuz aşamada ABD, Batı Asya’da büyük askeri kuvvetler bulundurmaya soğuk bakmaktadır. Bu konuda başlangıçta yükselen muhalif sesler, son dönemlerde çekilmeyi savunanlarla dengelenmiştir. En azından ABD kamuoyu ikiye bölünmüş durumdadır. Yeniden seçilmeyi hedefleyen Başkan Trump, ABD’deki sessiz çoğunluğun desteğini kazanmayı hedeflemektedir. İsrail ile Rusya arasında devam eden güven bunalımı bu ülkenin de bölgedeki etkisini giderek azaltmaktadır. Fransa bölgede etki yaratabilecek kaynaklara sahip değildir. Macron ciddiye alınacak bir lider değildir.
Türkiye, Kuzey Irak’ta yuvalanan terör yuvaları ve Suriye’de PKK’nın askeri ve siyasi olarak tamamen yok edilmesi için çok uygun koşullar yakalamıştır. Diğer taraftan birbirini tamamlayan kararlı adımlar atıldığı takdirde, bölgede her kriz döneminde ortaya çıkan bağımsız Kürdistan hayaline kesin bir nokta konulabilir. Türkiye ayrıca Doğu Akdeniz’deki tezlerini, ortak çıkarlar ekseninde destekleyen bölge ve bölge dışı ortakları ile bu enerji denizindeki hak ve çıkarlarını daha güçlü bir şekilde savunabilir.
SİLAHLI PKK’YA ASLA İZİN VERİLEMEZ!
PKK ile anlaşma olanağı ortadan kalkmıştır. Her devlet için geçerli olan, “PKK’nın silah ve cephanesi ile kayıtsız koşulsuz teslim olmasını talep etmek” olmalıdır. Bölge uzun yıllar boyunca terörden ağır yara aldı. İnsani dramın yanı sıra milyarlarca dolarlık kaynak bu nedenle heba oldu. Bölge ülkeleri ikinci kez aynı hatayı yapmamalıdır. PKK’yı kullandığını sanıp küçük düşünenler, sonunda terör örgütünün emperyalizmin hizmetkârı olduğunu yaşayarak öğrendiler. Terörün kökünün kazınması için ortaya çıkan bu altın fırsat iyi değerlendirilmelidir.
TÜRKİYE İNİSİYATİFİ ELE GEÇİRMELİ!
Basın yayın organlarında, “Türkiye’nin IŞİD’le mücadele etmek için ABD ile görüştüğü” ifade edilmektedir. Türkiye, Suriye’ye hızla girip PKK’nın bütün kaynaklarını kuruttuktan, diğer bir ifade ile öncelikli tehdidi bertaraf ettikten sonra IŞİD’in kendiliğinden çözülme süreci içine gireceğini söyleyebiliriz. Ayrıca bölgesel ittifak kurulursa, çözülme süreci daha büyük bir hız kazanır. IŞİD bütün devletlerin ortak düşmanıdır. Bir devlete dayanmadığı sürece IŞİD’in esamesi bile okunmaz! Kaldı ki Başkan Trump, IŞİD’le başka ülkelerin mücadele etmesini büyük bir başarı olarak kendi kamuoyuna sunacaktır.
Koşullar bölge barışı, istikrar, yıkıcı ve bölücü unsurların ortadan kaldırılması için uygun bir zemin yaratmıştır. ABD ile iyi ilişkiler sürdürülürken, bölge ülkeleri ile dayanışma içinde yakıcı sorunların çözümü için büyük bir fırsat önümüzde durmaktadır. Eğer Türkiye bu uygun ortamı değerlendirme becerisi ve esnekliğini gösterebilirse, önünü ardına kadar açar. Ülke içindeki ayrılıkçı eğilimler kısa süre içinde son bulur. Güneyden örülen jeopolitik duvarları söküp atar. Doğu Akdeniz’deki etkisini büyük ölçüde artırır. Ekonomisinin gelişmesi için büyük fırsatlar yakalar. Suudi Arabistan, Birleşik Arap Emirlikleri (BAE) gibi ülkelerin bölgeyi karıştırma çabalarını boşa çıkarır. Koşulların sonsuza dek aynı kalacağını sananlar yanılgı içindedir. Talih kuşu insanın başına bir kez konar. Koşullar olgunlaştığında harekete geçmeyenler, başkalarının zaferini seyreder.
(KAYNAK: Soner POLAT-Aydınlık Gazetesi, 28.12.2018)